Şark Kültürü: Çocuğum
devlet memuru olacak. Çocuğum müdür olacak. Çocuğum yönetici olacak.
“Çocuğum bilim insanı olacak” diyeni çok az görürsünüz.
Çünkü bilim insanı olmak zor ve meşakkatli bir iştir. Sırtında laboratuar
önlüğü, elinde eldivenler… İnsanımız
bunu “amelelikle” bir görür…
Hâlbuki elinde bir Bond çantan, büyük bir odan, önünde
şatafatlı bir masan ve insanların getirdikleri evraklara bir imza atıyor veya
bir mühür basıyorsan senden büyük yok.
Zaten atalarımız ne demiş: “oğlum! baş ol da istersen soğan
başı ol”
Ne yazık ki, yıllarca eğitim almış (lisans, yüksek
lisans, doktora, vs) ve bunun için ailesi ve ülkesinin büyük paralar harcadığı insanımız bu tür memurluklara çok hevesli. Henüz
mesleğinin başındaki birçok genç insanın bir ilkokul mezunun bile yapabileceği basit
bir yöneticiliğe (ben buna memurluk diyorum) heveslenip, esas mesleğinden (yani
akademisyenlikten) uzaklaştığını görüyoruz.
Halbuki aslolan senin mesleğin ve ürettiklerindir. Esas
işini yaparak yetiştirdiğin öğrenciler ve onların öğrencilerinde bir bilim kültürü ve yaşam felsefesi kazandırırsın. Öğrencilerin belki seni yıllarca (tabi mevta olup
gitmiş isen rahmetle) anacak, yazdığın kitap ve makaleler, ürettiğin araç ve
gereçler senden sonra da insanların elinde ve dilinde olacaktır.
Senin o güzelim (soğan başı!) yöneticiliğini ise 5 yıl sonra kimsecikler
hatırlamayacaktır.
Amerika'da bulunduğum süre içinde gördüm ki bu tip yöneticilikler, hiç bir projesi olmayan, yayın yapmayan, lisansüstü öğrencisi olmayan ve bir araştırma labı bulunmayan sadece derse girip çıkan insanlara veriliyor.
Ha şunu hemen belirteyim, ülkenin ve kurumunun bilim
politikalarına yön veren en üst yönetici pozisyonunda bulunuyorsan ve bunu da
hakkı ile yerine getirebiliyorsan ne ala. Gerisi fasa fiso. Çünkü baş nereye ayaklar da oraya…
Ancak, böyle bir pozisyondaki insanın kendisinin de erdem
sahibi, dünyayı tanıyan, vizyoner ve en önemlisi de kendisinin de adam gibi bir
bilim insanı olması gerekir.
Örnekle bitireyim.
Bir mal üreten bir fabrikanız var. Hadi diyelim o işletmede akıllı
telefon üretiyorsunuz. Yöneticiliği sevdiğimiz için Türkiye’deki gibi 100
yöneticiniz ve 100’de çalışanınız (bilim adamı, mühendis vs.) var. Bütün
yöneticilerin el ve ayaklarını bağlasanız veya esasen işe hiç gelmeseler bile o
fabrikada yine akıllı telefonlarınız sorunsuz üretilecektir. Ancak, hafıza
çipini yapan mühendisiniz, onu yerine takan çalışanınız (yani iş yapan 2 kişi) yoksa
telefonu unutun. Çok yakında iflas bayrağını fabrikanın önüne asarsınız.
Ondan sonra oturup düşünürüz. Şirketim, ülkem neden bir
akıllı telefon üretemiyor?, üniversitem neden ilk 100’e girmiyor?… vs. vs.
Çünkü, ortada iş yapacak memur bırakmamışsın (işi bilen çalışan
anlamında), sen hepsini amir yapmışsın. Ortalıkta amirden geçilmiyor ama işin
ucundan tutan yok.
Bahse girerim, geçen yıl Nobel Ödülü alan vatandaşımız Aziz
Sancar bugün ülkeye gelse, bizim rektörler onu hemen sadece tabelası olan bir
araştırma merkezine müdür yaparlar. Aziz Sancar ülkenin gelecekteki akademisyen
ve belki de Nobelistlerini yetiştireceğine, müflis esnaf misali büyük bir odada
şatafatlı bir masanın başında “müdür”lük yapmanın dayanılmaz cazibesini!
yaşayacaktır…