Doktoramı yurtdışında
yapıp yurda döneli 20 yıl olmuş. Bazen bakıyorum da, bölümümüzdeki özellikle 1. sınıf
öğrencilerinin çoğu henüz 20 yaşında değil. Yani, kısaca yaşlanmışız!… Bu 20
yıl içinde, kendi üniversitemde birkaç rektör ve birçok akademik ve idari
eleman gördüm. Tabii kendim de bunlardan biriyim.
Peki 20 yıl öncesine
kıyasla, Türkiye’deki üniversiteler gün itibarı ile istenen
seviyede mi?
Üniversite sayısına bakarsak
göz alıcı bir değişim: 1996 yılında 60 olan üniversite sayısı 3 katından fazla
artarak bugün 193 olmuş.
Peki, ülkelerin yüksek
bilim ve teknolojisini üreten ve dolayısı ile ekonomilere yüksek katma değer sağlayan üniversiteler ülkemizde aynı görevleri hakkı ile yerine getirebildi mi?
Cevap: En iyimser ifade
ile “Belki bir arpa boyu yol aldık”. Kötümser cevapta ise bu cümle “almadık”
yüklemi ile bitecekti.
Gözlemlerime göre,
üniversitelerimizin bu acınacak durumda kalmalarında en büyük sebep üniversitelerin
yine kendileri… Peki nasıl?
Liyakate göre değil; yalakalık, dirsek teması, sadakate göre her
şeyi ölçüp biçmemiz.
Başlayalım…
Amerika’nın en saygın 8 üniversitesinin
bulunduğu “Sarmaşık Ligi” üniversiteleri ve genel olarak diğer üniversiteleri
akademik ve idari kadrolarını nasıl doldururlar?
Objektif ilanlarla. Hem
de bu ilanlara sadece Amerika’da yaşayanların başvurması da gerekmez. Kendine
güvenen tüm dünya insanları başvurabilir.
Örnek: Harvard
Üniversitesi.
Rektör seçimi için bir “aday
belirleme komitesi” oluşturur ve bu komite NATURE ve SCIENCE gibi “etki faktörü”
40 olan dergilerde ilana çıkar. (Hemen şunu belirteyim, tamamı ülkemiz bilim
insanlarından oluşan ve ülkemizde yapılan bir çalışmaya dayalı bu dergilerde yılda
ya bir yayın görürsünüz ya da görmezsiniz (bkz. Web of Science)).
Aday Belirleme Komitesi başvuruları
değerlendirir ve seçilen 3-5 potansiyel rektör adayı üniversitenin Mütevelli Heyeti
önünde projelerini ve projelerindeki hedeflere nasıl ve ne zaman
ulaşabilecekleri konusunda sunum yaparlar. Böylece Mütevelli Heyeti üniversiteyi
geleceğe taşıyacak sorumlu bir rektör atar (Amerika’da “Rektör” terimi
kullanılmaz. Bunun yerine, “Üniversite Başkanı” terimi kullanılır). Rektörün
görevde kalması, onun başlangıçta kabul gören hedeflerine ne derece
vardığı ile doğrudan ilişkilidir ve uygun görülmezse normal süresi bitmeden
görevi biter.
Göreve böyle gelmiş
rektörler tabi ki, hedeflerine ulaşmak için en iyi bilim adamlarını devşirme ve
en yetenekli ve vizyoner yöneticilerle yol almaya çalışırlar. Bunun için, her
derecede akademik kadro için ilanlar yukarıda belirttiğim gibi yapılır ve
ilgili herkes başvurabilir. Böylece, Amerika’nın hemen her üniversitesi idari
ve akademik olarak kozmopolit, heterojen bir yapı gösterir ve her eyalet ve
hatta her milletten bilim insanının rekabetçi çalışmasına ortam sağlar.
Bu durum; bizde dirsek
teması ve sadakate dayalı olarak gerçekleşen ve “belli bir adayın çalışmasına”
göre ilanların yapıldığı sisteme hiç benzemez. Unutmayalım ki “bilimsel
seviyeye” değil de, bu tür neredeyse “adayın ayakkabı numarasına” göre yapılan
alım ve atamalar ile "evrensel" değil "lokal" şehir üniversiteleri yaratırız. Öreneğin, kendi üniversitemde akademik personelin bile % 50 kadarının Malatya'lı olduğuna bahse girerim. Bu durum, kurumlarda hemşehriciliğe, tembelliğe, çürümüşlüğe sebep olur ve ilk önce o kuruma, uzun vadede ülkeye zarar verir.
Sonra oturup kara kara
düşünürüz: Neden bir iPhone üretemiyoruz? Neden Nature ve Science’ta yayın
yapamıyoruz? Neden yüzlerce insanın alın teri ile üretilen 1000 gömleği satarak
eloğlundan sadece 1 adet yüksek teknoloji ürün alabiliyoruz? Neden hiçbir üniversitemiz dünyada ilk 100'e girmiyor? Neden? Neden? Neden?
Önümüzdeki 20 yılda umarım bu NEDEN'ler yok olur veya en azından sayıları azalır...
Önümüzdeki 20 yılda umarım bu NEDEN'ler yok olur veya en azından sayıları azalır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder