Scientia, Fortitudo et Virtus (Bilgi, Cesaret ve Fazilet)

30 Aralık 2015

Yılın Buluşu: Gen ve Genom Edit Etme

Hemen tüm bilim haberi ve yayını yapan sitelerde 2015 yılının en büyük buluşu olarak 2005 yılında keşfedilen CRISPR-Cas9 verildi.

Peki nedir bu her yerde bahsedilen CRISPR-Cas9?

Bizim için yeni olsa da bu olay bakteriler tarafından milyonlarca (eğer birkaç milyar değilse) başvurula gelen ve bakterileri yabancı düşmanlarına (örn, virüslere) karşı koruyan doğal bir bağışıklık sistemidir (insandakine benzer).

Ancak, insanoğlunun birçok genetik  (özellikle Huntington hastalığı gibi tek genle geçen) hastalığı ortadan kaldırma potansiyeli olduğu düşünülen bu olayı keşfetmesi için birkaç milyar yılın geçmesi gerekirmiş. 

Elli yıl önce, rekombinant (yeniden birleştirme) DNA devrimi yine bakterilerdeki kısıtlama (restriksiyon) enzimlerinin keşfedilmesi ile başlamıştı. Bu enzimler sayesinde modern biyoteknoloji endüstrisi doğudu ve günümüzde insülinden interferona ve büyüme hormonuna kadar kullandığımız birçok ürünün bakterilere yaptırılması mümkün oldu.

On yıl önce ise bilim adamları, bakterilerde kümelenmiş ancak düzenli serpiştirlmiş kısa ters tekrarlar içeren ve "rehber RNA" olarak adlandırılan RNA içeren bir Cas enziminin varlığının olduğunu ve bunun hücreye giren yabancı DNA'lara karşı bir savunma mekanizması olarak işlediğini gösterdiler.

(Büyütmek için resmin üzerini tıklayın)

Dolayısı ile uygun rehber RNA'lar kullanılarak herhangi bir gendeki belli bölgenin hedeflenebileceği ve uygun şekilde değiştirilebileceği anlaşıldı.

Böylece, dizayn edeceğimiz RNA'ların Cas sistemi ile bir araya getirilmesi ile genomun veya genin istenen bölgesi hedef alınabilr ve değiştirilebilirdi. Öyleki, tek bir harf (nukleotid) değişkiliği yapmak bile bu sistemle mümkün gibi görünüyor.

Bu sistemin ileride klinik kullanıma sunulması ile birçok genetik hasatlığın daha embriyo safhasında düzeltilebileceği düşünülmektedir. Yani, bu sistemin gen tedavisinden "tasarım bebekler"e kadar etik veya etik olmayan birçok yönde (iyi veya kötü) kullanım potansiyeli bilinmektedir.

Ancak, henüz günümüzde bu mümkün görülmemekte ve hatta mümkün olsa bile, bu sistemle yapılacak bir genetik değişikliğin ilgili bireyin ilerideki yaşamı ve onun soyu konusunda bir ton cevaplanması gereken soru bulunmaktadır. Örneğin, bu sistemle yapılacak bir genetik düzeltmenin ileride kalıcı kalıtsal değişikliklere neden olabileceği kuşkusu vardır. 

Ancak, bana göre bu keşif konusunda kesin olan şey, onun kaşifleri olan Jennifer Doudna and Emmanuelle Charpentier'e uzun yıllar beklemeden bir Nobel Ödülü kazandıracağıdır.
CISPR-Cas genom edit etme tekniği ile ilgili bir video kaydı aşağıda izleyebilrsiniz:

23 Aralık 2015

İki Emekli Bilim Adamının Hikâyesi: Genetikçiye karşı Biyokimyacı

Biyokimyacı DOUG ve onun genetikçi arkadaşı (ki onu kimse tanımaz) iki emekli Profesördür. Bir tepenin eteğinde bulunan evlerinde her sabah kahvelerini içerken ve her öğleden sonra biralarını yudumlarken DOUG ve genetikçi arkadaşı birçok bilimsel konuyu tartışır ve kafa yorarlarmış. 

Bir sabah, sohbetleri hemen evlerinin aşağısında kurulu olan bir araba fabrikası üzerine yoğunlaşmış. DOUG ve arkadaşı sabah fabrikaya bir kısmı tulum giymiş işçi, diğerleri takım elbise-kravatlı, ellerinde Bond çanta iki grup insanın girdiğini ve akşama doğru fabrikanın diğer ucundan yeni arabaların çıkıp, sağa dönüp bir park yerinde dizildiklerini izlerlermiş.

Ömürlerini üniversitede araştırma ile geçirmiş DOUG ve genetikçi arkadaşının arabaların nasıl çalıştığı konusunda en ufak bir fikirleri yokmuş. Her ikisi de buna iyice kafayı takmış ve farklı alanlardan gelen bilgi birikimleri ile arabaların nasıl çalıştığını anlamak için farklı çalışma metotları denemişler. 

DOUG zengin bir adam olduğu için (biyokimyacıların çoğu gibi) hemen 100 araba satın almış, hepsini eritmiş ve analizleri sonucu eritilmiş maddenin % 10 cam, % 25 plastik ve % 60 çelikten meydana geldiğini ve ayrıca % 5 oranında bilinmeyen maddelerden oluştuğunu belirlemiş. DOUG arabaların hangi materyallerden ve hangi oranlarda yapılmış olduğunu belirlediği için buna çok sevinmiş. Bir sonraki fazdaki çalışmasında, bu belirlediği kimyasalları bulduğu oranlarda karıştırdığında nasıl bir sonuç çıkacağını merak etmiş. Dolayısı ile sabah kahvesi ile öğleden sonraki bira molaları arasındaki zaman içinde oldukça yoğun çalışmaya başlamış. Ancak, uygun oranlarda karıştırdığı bu materyallerden her defasında arabaya benzer herhangi bir şeyin çıkmadığını görünce de hayal kırıklığı yaşamış. 


Bu sırada fazla çalışmaya alışık olmayan DOUG’un genetikçi arkadaşı (genetikçilerin çoğu gibi) daha ucuz ve daha az yorucu bir metodu denemekle meşgulmüş. Bir gün sabah kahvesinden önce yamaçtan aşağı inmiş ve tulumlulardan gelişi güzel birini seçmiş, ellerini bağlamış.

Kahvelerini içtikten sonra biyokimyacı tekrar iş elbisesini giyip, alev makinesi ile yeni materyaller eritip bunların kimyasal analizlerini yapmaya koyulurken, genetikçi ikinci bir kahve eline alıp evin etrafında bir tur attıktan sonra oturup Genetik dergisinin son sayısına bakmaya koyulmuş. Ancak, bu sırada aklı da elini bağlamış işçiden yoksun çalışacak fabrikada imiş ve ne olacağını merakla düşünüyormuş.

O gün öğleden sonra her ikisi biralarını yudumlamak için oturduklarında, DOUG terini silip şöyle bir nefes aldıktan sonra genetikçi arkadaşına dönmüş ve heyecanla anlatmaya başlamış:

“Bu günkü çalışmalarımda özellikle sürekli olarak % 25 plastik fraksiyonu ve % 75 oranında çelik fraksiyonu olan bir parça ile karşılaştım ve bu parça şu şekilde bir şey (bu sırada önündeki peçetenin bir köşesine bir direksiyon şekli çizmiştir). Şu sıralar, bunun herhangi bir aktiviteye sahip olup olmadığını anlamak için bu karışıma cam fraksiyonu ekliyorum. Her ne kadar şu ana kadar pek bir şey bulamadıysam da, cam fraksiyonunun ilavesi ile umarım bir yerlere varırım. Eğere elimde daha büyük bir alev makinesi olsaydı belki daha iyi sonuçlar elde ederdim”

DOUG bunları anlatırken, genetikçi arkadaşının bir kulağından girip öbüründen çıkıyormuş. Çünkü onun aklı fabrikadaymış. Akşama doğru arabalar birleştirme platformundan çıkıp, park yerine dizilirken hemen bir şey fark etmiş. Tüm arabalarda yan camlar takılı fakat ön ve arka camlar yokmuş. DOUG’ın konuşmasını bitirmesini bekledikten sonra (genetikçiler çok kibar konuşmacılardır) genetikçi DOUG’a dönüp;

“Bu gün iki gerçeği belirledim. Ellerini bağladığım işçi arabaların ön ve arka camlarını takmaktan sorumlu ve ayrıca ön ve arka camların takılması yan camların takılmasından bağımsız bir proses”

Ertesi gün, genetikçi başka bir işçinin ellerini bağlar ve akşama doğru platformdan çıkan araçların park yerinde biri birinin üzerine yığıldıklarını ve bu arabalarda tek bir şeyin eksik olduğunu görür: biyokimyacının kendisine bir gün önce göstermiş olduğu DİREKSİYON.

O gece genetikçi DOUG’ı dehşete düşürecek sonuçlar açıklar: direksiyonlar arabaların sağa sola döndürülmesinden ve ellerini bağladığı ikinci işçi ise direksiyonları monte etmekten sorumludur.


Başarılarından cesaret alan genetikçi, ertesi sabah takım-elbise, kravatlı ve bir elinde Bond çanta diğerinde bir lazer pointer olan birinin (ki bu fabrikanın müdür yardımcısıdır) ellerini bağlar. O akşam DOUG ve genetikçi bunun arabalar üzerinde ne gibi bir etki ile kendini göstereceğini heyecanla beklemeye koyulurlar. Bu sırada her ikisi de belki de hiç araba oluşturulamayacağı konusunda spekülasyon yaparlar. Ancak, o akşam çıkan arabalarda herhangi önemli bir eksiklik olmadığını gördüklerinde oldukça şaşırırlar. Bunun üzerine, ertesi sabah her ikisi elerine ipleri alıp, fabrikaya giren bütün takım-elbise, kravatlı ve Bond çantalıları bağlarlar ve akşama yine önemli bir eksiklik olamadığını keşfederler.

Bu yazının orijinali için bkz.: Üniversite ve Toplum

Test edilemeyen fikir ve teoriler bilim sayılır mı?

Bu konularda rekor hiç şüphesiz ki Fizik alanında. Fizikçilerin akla yatkın ve güzel formüllerle izah ettiği o kadar çok teori ve hipotezleri vardır ki bunlar ne yanlışlaşabilir ne de doğrulanabilirler. Birkaç örnek: “Sicim Teorisi”, “Big-Bang”, “Çoklu Evren Kuramı”, vs.

Şüphesiz insanoğlunun birkaç yüz yıl önce gözlemleyebildiği cisimler santimetre veya milimetre boyutunda iken, bugün santimetrenin trilyonda biri (10-12 cm) gibi atom-altı parçacıkları belirleme noktasına erişilmiştir. Uzak mesafeleri görmek için de benzer şeyler söylenebilir. Ancak, modern fiziğin dayandığı birçok teori (bunların bazılarına belki varsayım da diyebiliriz) ne yazık ki, bu sınırların ötesi için ileri sürülmüş ve günümüz teknolojisi ile kanıtlanmaları imkânsızdır.

(Büyütmek için resmin üzerini tıklayın)

Sanırım bu nedenledir ki, fizikçiler muazzam hayal güçleri ile bu bilinmeyen bölgelerde gezinerek olur olmaz teorilerini ileri sürmekte ve tabiri caizse “bir delinin kuyuya attığı taş, kırk akıllıyı da ömürleri boyunca meşgul etmektedir”. Bu teorilerden bazıları kanıtlansa bile, dünyamızın iyiliğine ne katkı sağlayacakları şüphelidir. Ancak, fizikçilerin çoğu sanırım tersini düşünmekte! Çünkü onlara göre,  örneğin Biyoloji biliminin nispeten az gelişmiş olmasının temelinde bu alanda çok az sayıda teori üretilmesindendir.

Fizikçilerin bu savı belki ilerdeki bir yazımın konusu olacaktır.

Yazımı bir Biyolog'dan bir alıntı ile bitireyim:
Sabit fikirlere dayanan teyit edilmesi imkânsız teorileri akılda tutmaktansa, hiç bir şey bilmemek daha iyidir.
-Claude Bernard (1813-1878)

29 Kasım 2015

100+ yıl yaşamak ister misiniz? (2)

İlk yazımda da (bkz. 100 yıl yaşamak ister misiniz? (1)) belirttiğim gibi toplumlarda "asırlık" insanların sayısı oldukça azdır. Örneğin dünya ortalaması 1 milyon nüfus başına sadece 40 kadardır ve ülkemizde ise 3000 kadar 100 yaş ve üstü insan vardır.

Peki bu insanların ortak özellikleri var mı? Uzun yaşam onların genlerinden mi yoksa çevresinden mi kaynaklanıyor? Yoksa her ikisi mi? Unutmayın, Çevre deyince sadece fiziki çevreyi kast etmiyorum. Yediğimiz içtiğimiz her şey, yaşadığımız ortam, arkadaşlarımız, soluduğumuz hava, yani genler hariç bu dünyada tecrübe ettiğimiz her şeyi kastediyorum.

Her ne ise, konuyu daha fazla eğip bükmeden sadede gelelim.

Bir kere şu andaki genetik yapımız ve dünyamız (yani çevre) göz önüne alındığında, 100 yaş yaşamak gerçekten olağanüstü bir şey. Çünkü, vücudumuz özellikle 50 yaştan sonra hızlı bir yıkıma uğrar ve ne yazık ki kendini çok az tamir eder. Diğer bir deyimle 100 yaşına doğru, bir tepeden aşağı giden, freni ve sürücüsü olmayan ancak hala tekerleri üzerinde olan bir araca benzeriz. Dolayısı ile 100 yaşına varmak o kadar zordur ki, 105 yaşına gelenlere "süper sentenerianlar" deniyor. Çünkü, bu yaşta bir günü bile yaşamak başarıdır. Genç bir birey için 5 yıl daha yaşamak nasıl olağan bir şeyse, 100 yaşlarına gelmiş bir bireyin 1 veya 2 yıl daha yaşaması aynı derecede olağan dışı bir şeydir.

Gelelim bizim bunu nasıl başarabileceğimize. Ne yazık ki bu, ne tek başına genetik tabanımızın sağlamlığına ne de tek başına çevreye bağlı. her ikisinin de ömür uzunluğunda büyük rol oynadığı aşikar. Yani sağlam bir genetik profiliniz yoksa, siz ne kadar iyi beslenirseniz veya cennet-mekan ortamlarda yaşarsanız yaşayın asırlık biri olamayacağız. Aynı şekilde, sağlam bir genetik dizgimiz olabilir, fakat hiç bir zararlı alışkanlıktan imtina etmiyorsak pek uzun yaşamayacağız demektir. Yani, genetik dizgimiz yazgımız değil.

Özür dileyerek sadede geleyim.

Asırlık insanlar üzerinde yapılan çalışmalar çok yeni. Bu çalışmalardan, gen-dışı çevresel faktörleri inceleyenlerin "asırlık" insanlar için elde ettikleri bazı ortak bulgular var (tabi ki bu uzun yaşayan insanların da kendine ait birinen diğerine farklı olan alışkanlıkları var).

Bu ortak özelliklerden en öne çıkan ikisi, hepsinin dingin bir hayatının (kaliteli bir uyku ve uyanıklık hali) olması ve beslenmede günlük gerekli olan kalorinin minimumu ile idare ediyor olmaları. Bu da vücuda alınanın tamamen kullanımı demektir. Gerçekten de, son çalışmalar yüksek kalorinin hücre ve vücudumuz üzerinde yıkıcı bir etki yarattığı ve bizi birçok hastalığa duçar ettiği yönünde. Çünkü, vücudumuzun ihtiyaç duyduğundan fazlasını aldığımızda, ortaya çıkan birçok ürün ve yan madde (kimisi zararlı) ile hücrelerimiz uğraşıp durmakta ve onu şekilden şekle sokmaktadır. Buda hücreyi ve genelde organizmayı zamanla yıpratır ve birçok şeye karşı hassasiyetini bozar.

Bu asırlık insanların genetik profilleri de onların uzun ömürleri için ipuçları veriyor. Bir kere hiç birinde kalp damar hastalıkları ve sinir dejenerasyonunda rolü olan genlerde ölümcül mutasyonlar (hasar) yok.

Lafı fazla uzatmadan (her ne kadar zaten uzadı ise de!) demem odur ki, uzun yaşam ne yazık ki tamamen elimizde olan bir şey değil ve uzun yaşamak için "git şunu yap, bunu yapma" diyecek sihirli bir formül de henüz bulunmamakta. Dünyamızın sonunu hep beraber getirmez isek (global iklim değişikliği vs)  ileride çocuklarımız ve torunlarımızın bizden daha uzun yaşamaları olası. Çünkü, unutmayalım ki 50 yıl öncesine göre (basit bir enfeksiyondan insanların öldüğü zamanlar), bugünkü yaş ortalamamız % 50 artmış bulunuyor (50 olan yaş ortalaması şimdilerde 75'lerin üzerinde).

Ha, şunu da unutmayalım. Acaba, biz uzun yaşarsak çocuklarımızda uzun yaşar mı? Bu ebklenen bir durum olmakla beraber bazen tersi de olabiliyor. Çünkü, genlerimiz de bazen "bencil" davranıyor. Örneğin, bir annenin karnındaki bebeğe karşı bu "bencil" genler devrede. Onu, fazla büytmeyecek ki, rahat doğurabilsin. Yoksa sonuç her ikisi için de felaket olur. Bu nedenledir ki, yapılı bir anne hiç beklemediğimiz minik bir bebek doğurabiliyor.

Dolayısı ile asırlık insanarın da çocuklarının çoğu toplum ortalamasında bir ömür uzunluğuna sahip. Acaba "bencil genler" burada da  devrede mi?

İslam Dünyası Bilimde Neden Bu Kadar Geri?

İslam Dünyasının bilime yön veren rolü neredeyse 700 sene önce sona erdi. Adı geçen dünyada, özellikle 8. ve 13. yüzyıllar arasında "altın çağ"ını yaşayan bilim, nasıl oldu da bugünlere geldi: geri, içine kapanık ve ciddiye alınmayan.

Buna sebep olan nedenler konusunda birçok tartışmanın yapılmış olduğu, yazının yazıldığı, yayının yapıldığı aşikar. Ancak, bu konuda geçen ay Nature dergisinde çıkan bir yazıyı kısmen yorumlarımı da katarak kısaca görüşlerinize sunayım.



  • Dünyadaki 57 İslam ülkesinin nüfusu, dünya nüfusunun yaklaşık % 25'i. Ancak, 2012 itibarı ile bu ülkelerin aldıkları patent sayısı tüm patentlerin sadece yaklaşık % 2'sini,  çıkardıkları yayınlar toplam yayınların % 6'sını ve araştırma harcamalarının ise dünyanın sadece % 2.4'ne denk geldiğini görüyoruz. Dünyada yaklaşık 200 ülke olduğu kabul edilirse (veya nüfus göz önüne alınırsa), bu rakamların İslam dünyası için yaklaşık % 25'lerde olması gerekirdi.
  • Daha da acınacak halimiz tüm İslam dünyasında bilimde alınan Nobel Ödülü sayısının sadece 3 olduğudur (Mohammad Abdus Salam (fizik 1979), Ahmed Zewail (kimya 1999), Aziz Sancar (kimya 2015)) . Buna Nobel Ekonomi, Edebiyat ve Barış Ödüllerini de dahil ederseniz islam dünyasının bugüne kadar aldığı toplam Nobel sayısı 12'dir. Gurur duymalıyız ki, bu 12 ödülden 2'si ülkemiz insanına aittir (Orhan Pamuk ve Aziz Sancar)
  • Dünyadaki nüfusu yaklaşık 1.5 milyar olan Müslümanların 12 Nobel ödülüne karşı, acaba tüm dünyada sayısı sadece 35 milyon olan Yahudilerin kaç Nobel Ödülü var. Tamı tamına 170.
  • İslam ülkelerin dünyadaki "top 400 üniversite"si arasında sadece 10 kadar üniversitesi, ilk 100 üniversite arasında ise hiç üniversitesi bulunmamaktadır.
  • İslam ülkelerinde gayri safi yurt içi hasıladan araştırma ve geliştirmeye ayrılan pay ortalama % 0.5 iken, gelişmiş ülkelerde bu oran % 2-3'lerde seyretmektedir.
  • İslam ülkelerindeki ders kitaplarının çoğunun miyadını doldurmuş olduğu (10 yıllık kitapların hala okutulduğu) ve eğitim öğretim metotlarının eski usulle devam ettiği belirtilmektedir (Bu bağlamda şunu unutmayalım: Bilimde kitabın yenisi, tarih ve felsefe gibi sosyal bilimlerde ise kitabın eskisi makbuldür).
  • İslam dünyasında yapılan yayınlar çok daha az "atıf" almaktadır. Örneğin, Güney Afrika ve İsrail'in yayın başına aldığı atıf sayısı, biz İslam ülkelerinin sırası ile yaklaşık 2 ve 3 katıdır. (Bu, sadece yayın olsun da ne olursa olsun mentalitemizi gösteriyor).
Peki bütün bu geri kalmışlığın nedeni bu rakamlar mı? Yani, İslam ülkeleri GSMH'larının % 5'ini bile araştırmalara harcasalardı durum çok mu değişik olacaktı? Hey hat! olmazdı... Para ile akıl alınmıyor çünkü...

Şapkamızı önümüze koyup düşünürsek, her konuda gittikçe marjinalleşen (radikalleşen) biz İslam ülkelerinde bu duruma gelinmesi gayet normaldir. Çünkü, bilim ve teknoloji  sadece her tür görüş ve düşüncenin (absürd bile olsalar) serbestçe  tartışılıp konuşulduğu, kimsenin kimseyi düşünce ve dünya görüşü ile yargılamadığı ortamlarda büyür ve gelişir. 


Biz İslam ülkelerinde kimin neyi bildiği (yani liyakat) önemli olmayıp, kimin kimin adamı olduğu (yani yalakalık) önemli olduğu sürece, başkalarının kuyruğu olunmaya devam edeceğiz. 


Kitapları 500 yıl boyunca batı dillerine çevrilen ve üniversitelerinde ana ders kitapları olarak okutulan İbn-i Sina'nın bir sözü ile bitireyim:


"Bilim ve Sanat taktir edilmediği yerden göç eder". 


Her milleten bilim adamını devşirmiş, 100 yıl gibi bir sürede dünyanın bugünkü bilim ve teknolojideki (tabi ekonomideki) süper gücü haline gelmiş ve her yıl Nobel ödüllerini süpürüp götüren Amerika acaba bunu yukarıdaki manada bir "takdir"le mi başardı?

Çünkü, bilimde Nobel Ödülü alan yukarıda adını verdiğim 3 Müslüman bilim adamı kendi ülkelerinde değil, ABD'de yaptıkları çalışmalarla bu ödülü aldılar.

18 Kasım 2015

100+ yıl yaşamak ister misiniz? (1)

Toplumlarda belli nüfus başına 100 yaş ve üzeri insanların sayısının 2050 yılında bugünkünün 3 katı olacağı tahmin edilmektedir. "Centenerian" denen bu 100 ve üstü yaşındaki "asırlık" insanların sayısı günümüzde hiç de sandığımız kadar çok değil.

Tüm dünyada 100 yaş ve üstü yaşayan insanların bugünkü sayısının yaklaşık 300,000 olduğu düşünülmektedir. 2014 yılında nüfusu 7 milyarı bulan dünyamızda bu "asırlık" insanların toplam nüfusa oranı milyon nüfusta sadece 40 kadardır. Bu orana göre, Türkiye'de sadece 3000 kadar asırlık insan bulunmaktadır. Bir kıyaslama yaparsak, belli nüfusa oranla en çok asırlık insan bulunan Japonya'da 60 bin asırlık insan bulunmakta olup, bu 100 bin nüfusta yaklaşık 40 kişi demektir (dünya ortalamasının 10 katı!)

Toplumdan topluma biraz farklılık gösterse de, genel olarak bir asır ve daha yaşlı kadın sayısı erkeklerden 5 kat fazladır. Biz erkekleri mahveden, cinsiyet hormonlarından başka bir görevi olmayan küçük bir Y kromozomu taşımamızdır. Halbuki, kadınlarda bunun yerine ikinci bir X kromozomu vardır ve birinde bir arıza oluşursa diğeri onun etkisini telafi etmektedir. Erkeklerde ise ne yazık ki sadece bir adet X kromozomu bulunmaktadır.

Bu arada cinsiyeti belirleyenin (yani doğacak çocuğun kız mı ya da erkek mi olacağını) sadece baba olduğunu da bilmemiz gerekir.Dolayısı ile 5 kız sahibi olup da, eşim erkek doğurmuyor deyip yeniden evlenen veya kuma getiren erkeler için bu beyhude bir çaba!

Gelelim konumuz asırlık insanlara.

  • Asırlık insanların ortak özelikleri var mı?
  • Uzun yaşamın en önemli faktörleri (genetik ve çevresel) neler?
  • Son çalışmalar neyi işaret ediyor?
Bunlar ve diğer hepsi bir sonraki yazımızın konusu ...

16 Kasım 2015

Bağırsağımız Beynimizdir!

Son çalışmalar, bağırsak floramızın (bağırsaklarımızda yaşayan bakteri, virüs vd mikroorganizmalar) kişiliğimizi şekillendirme konusunda büyük pay sahibi olduğunu ortaya koymaktadır. Hatta bu görüşün en ileri haline göre, bizler bağırsaklarımızda yaşayan bu mikropların kölesiyiz: onalar bize neyi emrediyorsa onu düşünüyor ve yapıyoruz.

Örneğin, obezite, şeker hastalığı, kanser ve hatta günlük moralimizde bile bağırsaklarımızda yaşayan bu görünmeyen ortaklarımızın rollerinin olduğu düşünülmektedir. Her ne kadar bize görünmezlerse de, vücudumuzdaki bu küçük misafirlerinin kendi hücrelerimizin 10 katı olduğu saptanmıştır (ergin bir vucutta 200 trilyon hücre, 2 katirliyon mikrop bulunduğu hesaplanmaktadır). Dolayısı ile, bazılarına göre vücdümuzun esas ev sahipleri mikroplar, azınlık olan kendi hücrelerimiz ise misafir konumundadır.

Biyokimya konusunda çalışanlar bilirler. Vücudumuzun sağlıklı olması ve devam etmesi için gerekli 20 amino asitten (proteinlerin yapı taşları) ancak yarısını yapabiliyoruz. Vitaminlerin ise hiçbirini yapamayız. Dolayısı ile bu amino asit ve vitaminleri bağırsaklarımızda yaşayan bu faydalı mikroplar yapıp bize sunarlar ya da bunları dışarıdan besinle almamız gerekir. Dolayısı ile sağlıklı bir yaşam için, sağlıklı bir bağırsak florasına sahip olmak gerekir. Hafif bir soğuk algınlığı için hemen antibiyotiklere sarılıp, avuç avuç ilaç almak ve az sayıda raydan çıkmış kötü mikrop için bu faydalı mikropları da vücudumuzdan süpürüp atmak ileride bize pahalıya mal olabilir.

Günümüzde, sağlıklı insanların bağırsak florasındaki faydalı mikropları hasta insanlara nakleden tedaviler bile ortaya çıkmıştır. Probiyotik yoğurtları veya hapları tüketmemizin esas sebebi de bağırsak floramızı tekrar düzeltmektir.

Yazımın başlığı olan "Bağırsağımız Beynimizdir!"e gelince. Gerçekte, bazı virüsler hariç hiç bir mikrop kan-beyin bariyerini geçmez ve doğrudan beyinle temasa gelmezler. Ancak, bağırsaklarımızda yaşayan bu mikropların ürettiği maddeler kanla taşınarak beynimize gelir ve gelen maddenin çeşidine göre beynimizi, düşüncemizi, zekamızı, hafızamızı, hasılı sağlığımızı iyi veya kötü yönde etkiler.

Öreneğin, serotonin, dopa, dopamin gibi hormonların mutluluk, canlılık ve güçlü bir hafıza oluşmasında önemli rolleri var ve bunların iki ünemli üretim yeri var: beyin ve bağırsak. Bağırsak floramız tarafından da yapılan bu şuur şekillendiriciler kana verilir ve beynimize gelir ve orada etkilerini gösterirler. Yani kısaca sağlıklı bir bağırsak florasına sahip ol, mutlu ol.

Bu konuda sayısız örnekten biri de bu mikroplar tarafından "bütirat" yapılmasıdır.  Bir çeşit yağ asiti olan bütirat sinir hücreleri arasındaki bağlantıyı güçlendirerek, kan-beyin bariyerini kuvvetlendirerek sağlıklı bir sinyal transferi sağlar.

Kötü mikropların ise benzer şekilde yatıkları olumsuz ürünlerle agresiflikten tutun, olağan dışı her tür davaranışımızda rolleri olduğu sanılmaktadır.

İnsan Mikrobiom Projesi, genom projesi gibi insanın bağırsak sisteminde (mide dahil) bulunan tüm mikropların genomlarının aydınlatılmasını hedef alıyor. Ancak, "İnsan Genom Projesi"ne kıyasla, "İnsan Mikrobiom Projesi" çok daha zor görünüyor. İnsan Genom Projesinin sonuçları bizlerin genom seviyesinde %99.99 benzer olduğumuzu ortaya koydu. Ancak, mikroplarımızla biri birimize o kadar da benzemiyoruz. Diğer bir deyimle, kimsenin bağırsağındaki mikroplar kimseninkine benzemiyor!!!

Dolayısı ile sormadan edemiyor insan. Acaba fiziki ve davranışsal karakterlerimiz genlerimizden çok mikroplarımızla mı belirleniyor?

15 Kasım 2015

Bilim Dünyasında Büyük Çatlak ve Çatışma: ENCODE Genom Sonuçları

Amerikan Ulusal Genom Araştırma Enstitüsü (NHGRI) tarafından desteklenen ve 2003'te başlatılan ENCODE Projesinin amacı, insan genom projesinden elde edilen bulguları da kullanarak, insan genomunun aktif tüm elementlerini ortaya koymak olarak verilebilir. Bu aktif elementler sadece protein kodlayan genlerle sınırlı olmayıp, aynı zamanda her çeşit RNA (ribozomlar RNAlar, kodlama yapmayan diğer birçok RNAlar) ve DNA'nın başka moleküllerle (RNA, protein, transkripsiyon faktörleri, diğer küçük moleküller) bağlanma bölgelerini de içeriyordu.

ENCODE'in ilk sonuçları 2010'da bir seri makale ile ünlü bilim dergisi Nature'de yayımlandı. Makaleler yayınlanır yayınlanmaz bilim dünyasında bir ŞOK yarattı lehte ve aleyhte birçok yazı ve makale çıktı. Bunun nedeni, ENCODE sonuçlarının insan genomu hakkında o güne kadar bildiklerimize ters sonuçlar ortaya koyması idi.

ENCODE sonuçlarından önce, tüm kitap ve makalelerde genomuzun büyük kısmının "çöp veya atık DNA" segmentleri ile dolu olduğu görüşü hakimdi. Bilgilerimize göre, genomumuzun sadece % 2'lik kısmı protein kodlamasında kullanılıyordu. Protein kodlamayan ve bazı işlevleri olan RNAları da hesaba katarsak, genomun işlevsel kısmının ancak % 10 kadar olabileceği, geri kalan % 90'lık kısmının ise çöp DNA fragmanları ile kaplanmış olduğu görüşü hakimdi.

Ancak, ENCODE sonuçları ile bilim dünyası tam anlamı ile ikiye bölündü. Çünkü bu projenin sonuçlarına göre genomumuzun % 80'den fazlasının bir işlevi vardı. ENCODE araştırmacılarına göre, genomumuzun %10'luk kısmı protein ve çeşitli RNAları kodlasa da, % 70'ten fazlasının sayısız çeşitte protein (örn. transkripsiyon faktörü vs.) ve RNA (örn., kodlama yapmayan mi-RNA'lar, si-RNAlar vs) için bağlanma bölgesi oluşturduğu ve bütün bunların genom aktivitesini etkilediğini ileri sürdüler.

Özellikle evrimsel biyolojiyi çalışan bilim adamları, ENCODE sonuçlarını büyük bir şüphe ile karşıladılar ve bu proje sahiplerinin bilimsel görüşe ters, yaratılışçı teoriyi ileri sürenlerin fikirleri doğrultusunda olduğunu, veri ve yorumlarının dayanaktan yoksun, kendi egolarını tatmin eden türden olduğunu ileri sürdüler. Çünkü, bilim camiasınında yaygın görüşe göre, genomuzun sadece küçük bir kısmı fonsiyonel ve geriye kalan büyük kısmı bize geçmişimizden (bakteri, virüs, vs) kalan mirastı.

Bilim dünyasında ortaya çıkan bu karmaşanın nereye varacağını ileride göreceğiz.

13 Kasım 2015

Alzheimer hastalığı bulaşıcı mı?

 Alzheimer hastalığı bir çeşit sinir hasarı olup, ortaya çıktığı insanlarda gittikçe ağır bir vaka olarak seyreder ve en önemli belirtileri gittikçe ağırlaşan hafıza ve bilinç kaybıdır. Hastalığın büyük ölçüde genetik temelli olduğu ve birçok genle ilişkili olduğu sanılmaktadır. Patolojik bulguların en önemlisi, beyin hücreleri olan nöronlarda (sinir hücreleri) amiloid proteininin birikmesi ve bu hücrelerin elastikiyetini (ve dolayısı ile sinyal akışını) kaybetmesine sebep olmasıdır.  

Son çalışmalar, boy problemi olan ve bu nedenle “büyüme hormonu” tedavisi gören çocukların küçük bir kısmında 40-50 yaşlarına vardıklarında Alzheimer belirtileri olduğunu göstermiştir. Bu hormon, 1980’den önce kadavralar kullanılarak beynin alt tarafında yer alan hipofiz (pituitar) bezinden saflaştırılıyordu. Ancak, bu saflaştırma sırasında hormonun insanlarda Creutzfeldt–Jakob hasatlığına sebep olan “prion” proteinleri ile kirlendiği (kontaminasyon) ve bunun sonucu hormon tedavisi görenlerde amiloid plakaların yapılmasının tetiklediği düşünülmektedir.

Bilindiği gibi enfektif prionlar,  beyindeki normal prion proteinlerini de enfektif prionlara dönüştürürler. 1980’lerde Avrupa’yı (özellikle İngiltere) kasıp kavuran, prionların sebep olduğu ve hayvanların beyinlerini sünger gibi delik-deşik ettiği “deli dana hastalığı”nı birçok insan hatırlıyordur.  Creutzfeldt–Jakob hasatlığı deli dana hastalığının insanlardaki şeklidir.

Alzheimer hastalığında, amiloid yığılmasının hormon tedavisi sırasında prionlarla kontamine olan hormondan kaynaklandığı düşünülmektedir. Hastalığın hormon tedavisi sonrası belirtilerini göstermesi (inkübasyon süresi) yaklaşık 5- ila 40 yıl arasında değişmektedir.


Bu çeşit bir bulaşmanın (yani prion bulaşması) cerrahi aletler ve kan yolu ile hormon tedavisi görmeyen insanlarda da olabileceği ihtimaller arasındadır.  

11 Kasım 2015

İnsanda kaç gen ve kaç çeşit protein var?

Genlerin birkaç farklı türü vardır. Kimisi proteinleri kodlar, bazısı tRNA ve ribozomal RNA gibi RNA'ları kodlar, bazısı ise küçük katalitik RNA'ları kodlar. Şimdi biliyoruz ki, bazı genler ise henüz fonksiyonu bilinmeyen çeşitli düzenleyici kodlama yapmayan RNA'lar (örn., lncRNA’lar) kodlar. Genomumuzda 21,000 kadar potansiyel fonksiyonel lncRNA varsa da, bunların biyolojik önemi henüz tam belli değildir.


Her ne kadar biyologlar genel olarak genlerle proteinleri bağdaştırırlarsa da, binlerce genin son ürünü “kodlama yapmayan” RNA’lardır. Örneğin, taşıyıcı ya da transfer RNA’lar adaptör RNA türleri olup, RNA’nın üçlü (triplet) baz kodunu proteinlerin amino asit koduna çeviriler (buna translasyon denir). Ribozomal RNA  (rRNA)’lar da translasyon düzeneğinin esas molekülleridir. Proteinlere kodlanan mesajcı RNA (mRNA)’ların, ribozomlarda bulunan rRNA’lar sayesinde oraya ribozomlara yerleştiklerini biliyoruz. Hatta, son çalışmalar ribozomlarda iki amino asit arasında kurulan peptid bağının protein yapıdaki enzimlerle değil, bir rRNA (katalitik RNA) türü ile kurulduğunu göstermektedir. Küçük nükleolar RNA (çekirdekçikteki küçük RNA) türleri çekirdekçikte rRNA işlemede ve baz modifikasyonunda görev alırlar. Küçük nüklear RNA’ların intron kesip çıkarmada görevi olan splaysozomda görev aldıkları bilinmektedir.


Diğer kodlama yapmayan RNA’lar içinde telomeraz RNA’sı ve 7SL sinyal tanıma partikülündeki RNA gibi biyokimyasal fonksiyonu bilenenler olduğu gibi, X kromozomu dozu ayarlamada rolü olan Xsit RNA’sı ve ribozomun neredeyse 3 katı büyüklüğü olan ancak işlevi bilinmeyen kubbeli ribonukleoprotein kompleksindeki küçük RNA’lar da bulunmaktadır.

Bundan dolayı, insan genomundaki genlerin sayısını tahmin etmek zordur. Geçen 20 yıl boyunca, insan genomundaki protein kodlayan genlerin sayısı yaklaşık 30,000’den 20,000’e kadar düştü. Güncel hesaplamalar, proteinler için yaklaşık 20,000 gen ve fonksiyonel RNA'lar için yaklaşık 5000 gen olduğunu göstermektedir. Kütle spektrometresi tekniği ve iyi açıklamalı genom dizilerinin varlığı sayesinde,  protein kodlayan genlerinin % 85’i çeşitli deneylerle tespit edilmiştir.

Yaklaşık 2,400 genin protein ürününün tüm hücrelerde bulunduğu belirlendi. Bunlara, "housekeeping" (hücreyi idame eden) genler denmektedir. Ancak bu genlerin sayılarının çok daha fazla olduğu (10,000 kadar) düşünülmektedir. Housekeeping genlerin transkripsiyon, translasyon, DNA replikasyonu, mitokondri oluşumu, temel metabolizma, zarda özel görevleri olan proteinleri yaptıkları bilinmektedir. 

Bazı genler ise sadece bazı dokuları yapan hücrelerde protein kodlar. Bu nedenle vücudumuzda yapı ve işlevi farklı olan yaklaşık 200 kadar hücre (örn. Sinir hücresi, kan hücreleri, deri hücresi, kas hücresi, vs) bulunur. Bazı genler, gelişme sırasında sınırlı bir zaman için ifade edilir. Bazı genler ise “yalancı genler"dir ve işlevsel bir protein yapmazlar. Bu genler protein kodlasa bile, o proteinin hücrede bir görevi yoktur. Diğer bir deyimle, genomumuzda nasıl ki “çöp ya da artık DNA varsa” benzer şekilde “çöp protein” de bulunabilir.
İnsan proteomu (bir hücredeki tüm protein çeşitleri), genoma göre oldukça büyük bir zenginliğe sahiptir. Genomumuz tüm hücre çeşitlerimizde stataik bir yapı gösterirken, proteom profilimiz hücre çeştleri arasında oldukça dinamik bir yapı göztermektedir. Bazı hücrelerimizde (örn. kırmızı kan hücreleri) protein çeşidi gen saysından bile azken, bazı hücrelerde (örn. karaciğer hücreleri) protein çeşitliliğinin milyonları bulabildiği tahmin edilmektedir.


Sonuç olarak, insan genomunda en az 17,000-18,000 protein kodlayan gen mevcut olup, bu sayının 20,000’den çok da büyük olduğu sanılmamaktadır. Ancak, genomun oldukça dinamik yapısı ve “alternatif ifade” ile hücrenin cinsine bağlı olarak protein sayısının bunun 5 katı bile olabileceği tahmin edilmektedir. 

9 Ekim 2015

Türkiye için büyük onur: 2015 Nobel Kimya Ödülünü Aziz Sancar aldı

Orhan Pamuk’tan sonra ikinci Nobel Ödülünü Aziz Sancar, DNA (genetik bilgimizi aktaran molekül) tamir mekanizmasını aydınlattığı için aldı. 

Kimya alanında verilen bu ödül esasen % 99.99 biyoloji çalışması. Aziz Sancar, DNA’nın yapıtaşları olan nükleotidlerin her hücremizde ve her gün yüzlerce, belki binlerce kez olan yanlışlıklarının (mutasyon) nasıl kesilip düzeltildiğini bilim dünyasına gösterdi.
(Büyütmek için posterin üzerini tıklayınız. Yazıları okumak için bilgisayarınıza indiriniz)
Aziz Sancar’ın bize gösterdiği bir diğer şey, Mardin’in bir köyünden 8 kardeşli bir aileden çıkan bir çocuğun bile sıkı çalışma ve adanmışlıkla ve tabi bilime değer verilen bir ortamda neleri başarabileceği.  


Aziz Sancar'ın "Türk Biyokimya Dergisi" tarafından deveti üzerine kaleme aldığı "DNA tamiri ve kanser" konulu makalesini aşağıdaki linkten indirebilirsiniz:

Nükleotid Eksizyon Onarımı ve Kanser

9 Eylül 2015

Nobel Ödülü; Kim Kimi Aday Gösterdi?

Nobel Ödülleri her yıl Ekim ayında verilmektedir. Bu prestijli ve sahibinin adını ölümsüzleştiren ödüller;

  • Fizik
  • Kimya
  • Tıp
  • Edebiyat
  • Ekonomi
  • Barış

Ödülü olmak üzere 6 alanda verilmektedir. Bazı istisnalar olsa da, Nobel Ödülü kazananların çalışmaları gerçekten alışılmışın dışına çıkan çığır açıcı buluşlardır. Nobel Ödülü sahipleri 1 yılı aşan bir seçim süreci sonunda belirlenmektedir.

Bu sürecin, en önemli ayağını her alanın Nobel Komitesi tarafından belirlenmiş olan kişilere “aday gösterme formları”nın gönderilmesi ve bu bilim insanları tarafında belirtilen adayların değerlendirilmesi oluşturur. Kimin kimi aday gösterdiği ise 50 yıl boyunca saklı tutulur. Yani, 2015 yılında bu listelere bir bakmak istersek, 1964 ve öncesinde aday gösterilen ve gösterenlerin isimlerini öğrenebiliriz.

Örneğin, 1953 yılında Nobel Tıp Ödülü Hans Krebs (ve Fritz Lipmann)’e verilmiştir. Hans Krebs’in adı gerçekten de bugün bütün ders kitaplarındadır ve “Krebs Döngüsü” dendiğinde, bunu bilmeyen veya en azından duymamış bir biyoloji, tıp, ziraat, vs. öğrencisine rastlayamazsınız. Şimdi (yani 2015 yılında) biliyoruz ki, 1953 yılında aday göstermeleri için kendilerine form gönderilen 166 kişiden 7’si, Hans Krebs’in, 4’ü  Fritz Lipmann’ın adını yazmıştır.

Ayrıca, Hans Krebs ve Fritz Lipmann’ın 1953 yılından önceki yıllarda sırası ile 16 ve 6 kişi tarafından aday gösterilmiş olduklarını görüyoruz.

Bu listelerden öğrendiğimiz diğer bir şey ise, aday gösterenlerin ise birçoğunun ya Nobel Ödülü sahibi olmaları, ya da daha sonra bu ödülü kazanmış olmaları. Örneğin, Hans Krebs’i aday gösterenler arsında Otto Meyerhof, Gerty Cori, Carl Cori gibi isimleri görürken Fritz Lipmann’ı Albert von Szent-Györgyi, ve yine Gerty Cori, Carl Cori’nin aday gösterdiklerini görüyoruz. Bu isimlerin hepsi Nobel ödülü almıştır.

Ancak, buradan çıkardığımız diğer bir şey ise, 1953 yılında Hans Krebs ve Fritz Lipmann’ın Nobel Ödülü kazanmalarında “Cori Döngüsü”ünü keşfeden karı koca Cori’lerin oylarının rolüdür.

Diğer ödüller için bu tür bir merakınız varsa, aşağıdaki linki tıklayın…


Şimdi eminim hepinizin merak ettiği, ülkemizin yegane Nobel Ödülü sahibi Orhan Pamuk’un kimler tarafından hangi yıllarda ve kaç kez Nobel’e aday gösterildiği… Üzgünüm, bunun için 2056’yı! beklemeniz gerekir.

4 Eylül 2015

Ülkemizde Yüksek Öğretim

Üniversitelerimiz kantite (nicelik) değil kalite (nitelik) ile övünmelidir. Üniversitelerdeki lisansüstü öğrenci sayısı en az 10 kat artmalıdır. Bir örnek: dünyanın en seçkin üniversitelerinden biri olan Harvard Üniversitesinde 15000 kadar lisansüstü (masterve doktora) öğrencisi varken, lisans öğrencisi sayısı sadece 6700'dür. MIT'de bu rakamlar lisans öğrencisi için 4528, lisansüstü öğrenci için 6773'tür. Ülkemizin de en seçkin üniversitelerinde durum buna benzerlik göstermektedir (ör. Boğaziçi Üniversitesinde lisanstaki öğrenci sayısı 10692, lisansüstü öğrenci sayısı 3526'dır).

Dolayısı ile üniversitelerimiz öğrenci sayısı ile değil, başarıları ile övünmelidir. Ancak ne yazık ki, özellikle taşra üniversiteleri başta olmak üzere çoğu üniversitemizin yöneticisi kendini ilin belediye başkanı ile yarışa girmişcesine sayılarla kafayı bozmuş durumdadır. Bu konuda başka çarpıcı bir örnek vereyim: 2014 yılında MIT'nin kayıt yaptığı lisans öğrenci sayısı 1043, Harvard Üniversitesi için ise bu sayı 1667. Bazı üniversitelerimizde bu sayıları bir tarafa bırakalım, her yıl verdiğimiz mezunlar bunların kat be katıdır. Herhalde sürü mantığı ile bir süre daha öğrenci yetiştirmeye devam edeceğiz...

24 Ağustos 2015

Kronobiyoloji: Karanlığın sağlıklı (ve uzun) bir yaşam için önemi!

Sadece bir gece için uykusuz kalmanız 700 adet geninizin davranışını etkiler. İnsanda yaklaşık 20 bin gen bulunduğu düşünülürse, bunun (yani uykunun ve karanlığın) önemi anlaşılmış olur.
Medeniyeti parlak lambalar sandığımız, geceyi gündüze çevirdiğimiz şehir, kampus ve evlerimizde yaşayan bireyler ve ne yazık ki entelektüel kesim bile sürekli ışığa maruz kalmanın tahrip edici etkisinin farkında değil.

Tüm canlılar gece ve gündüzü algılayan sistemlerle donatılmış durumda. Buna “kronobiyoloji” veya diğer adı ile “sirkadiyen ritim” deniyor. Gündüzün aşınma ve yıpranması, gece karanlıkta yapılan bileşikler sayesinde tamir ediliyor ve “biyolojik saat”imizin yeniden kurulması ve muntazam çalışması sağlanıyor.

Sürekli ışığa maruz bırakılan deney hayvanlarının, agresifleşip kendilerini kafeslerine öldüresiye çarptıklarını biliyor musunuz? Suçluların kafasına bir süreliğine bir ampul tutulması, onları çözmek için başvurula gelmiş bir sorgulama yöntemi olmuştur.
Ritmin bozulması obeziteden, şeker hastalığına, kansere, düşük sperm ve bozuk yumurta üretimine, erken yaşlanmaya kadar bir seri negatif etki ile kendini ortaya koymaktadır.

Tavsiye:
·         24 saatin en az 7 saatini “kaliteli uyku” oluşturmalıdır (kaliteli uyku: saat 22 ile sabah 5 arası uyku. Özellikle saat 23 ila sabah 3 arası, güzellik, yaşam ve onarıcı bileşiklerin en yüksek seviyede yapıldığı saatlerdir)

·         Evlerinize özellikle “mavi” lamba veya mavi gece lambasını yaklaştırmayınız. Aşırı beyaz (flöresan) lambalar da her rengi içerdiğinden tavsiye edilmez. Biyolojik saatimizin uyarılması en az “kırmızı ışık”ta oluyor. Dolayısı ile güneş batınca (ufukta kırmızılık) uykumuzun gelmesi, gökyüzünün maviye dönüştüğü gündoğumunda ise uyanmamız bundan dolayıdır.

·         Dolayısı ile evlerimizde kırmızı (normal ampuller) tavsiye edilir. Yatarken, ya kırmızı gece lambası veya en iyisi normal karanlık tercih edilmelidir.

Tüm hormonlarımız ve diğer kimyasallarımızın oranlarının allak-bullak olmadığı sağlıklı ve mutlu bir ışık ortamı!

23 Ağustos 2015

Böceklerin esas yemeğimiz olması uygun mu?

Nüfus arttıkça, alternatif besin ve beslenme kaynaklarının bulunması ve kullanılması için araştırmalar da artmaktadır.

FAO 2010 raporunda "böceklerin hem protein kaynağı ve hem de sağlık için olağanüstü besin" oldukları ve böceklerin zaten kuzey ve doğu Asya, Afrika, Güney ve Orta Amerika'da yaygın olarak tüketildikleri belirtilmiştir. Özellikle evlerimizde bizi rahatsız eden sineklerin (kara sinek) pupa ve larvalarının % 62 protein oldukları ve iyi birer kaynak olabilecekleri ileri sürülmüştür.

Böcek tüketiminin önümdeki en büyük engelin ise TİKSİNME ve bunu virüs ve diğer bulaşıcı hastalık kapma risklerinin oluşturduğu belirtilmiştir. Böcek yemeyen kültürlerdeki insanlar, böceklerin kendilerinin PİS şeylerle beslendikleri ve İĞRENÇ yaratıklar olduğunu düşündükleri belirtilmiştir.

Ancak Batıda ve birçok böcek karşıtı kültürde denizin dibindeki pislikten ve çöpten beslenen ıstakozun, balçık ve gübresini yiyen domuzun yenildiği bilinmektedir. 

Özellikle çekirge ve karıncaların koyun ve keçi gibi sadece otla beslendikleri düşünüldüğünde, böceklerin neden iyi bir ana menü yemek olamayacakları sorgulanmaktadır.

Görüşünüz!

31 Temmuz 2015

Cryonics'e inanıyor musunuz?

Cryonics, tıbben ve hukuken öldüğüne karar verilen bir insanın tüm vücudu veya kafasının ölümden çok kısa bir süre sonra (genellikle 8 dakika içinde) çok düşük ısılarda (yaklaşık ~ -200 oC) azot tanklarında dondurulmasıdır.

Teknoloji, günümüzde tedavisi olmayan hastalıkların ileride tedavisinin mümkün olacağı ve bu hastalıktan ölen ve vücudu veya kafası dondurulmuş kişinin donduruculardan çıkartılıp bu hastalıklarından sağaltılacakları ve tekrar sağlıklı bir vücutla yenidünyanın nerelere geldiğini göreceklerini vaat etmektedir.

Hali hazırda hepsi ABD’de olan ve kar amacı gütmeyen 3 adet ve kara amacı olan 10 kadar cryonics şirketi (veya kuruluşu) bulunmakta ve bu merkezlerde hâlihazırda 200’ün üzerinde insan veya insan kafası dondurulmuş, gelecekte buzlarının çözülüp hasatlıklarından arındırılmayı veya yeni bir vücutta yeni yaşam baharlarına kavuşmayı beklemektedir. Kuyrukta ise Türkiye’den de olmak üzere 1000’in üzerinde insan dondurulma için başvurmuş bulunmakta. Hastalara (esasen bize göre ölülere) bu işlemin maliyeti vücut için 200 bin, baş (kafa) için ise 100 bin doları buluyor.

Cryonics’in dayandığı bilim

Bildiğiniz gibi vücudumuzun yaş ağırlığının % 70’inden fazlasını su oluşturuyor ve “dondurarak koruma”nın yani cryonics’in önündeki en büyük engel de bu. Çünkü kullanılan hipotermi şartları (hatırlayınız ~ -200 oC), buz kristallerinin oluşmasına sebep olup doku ve hücreleri tahrip edebilmektedir. Bu nedenle ölüye (veya cryonics şirketlerinin tabiri ile hastaya) hemen bir müdahale yapılıyor ve tüm kanı damarlarından boşaltılıp, yerine bir antifreez gibi görev yapan gliserol (bir nevi şeker) dolduruluyor. Ancak, hücrelerin kendisine bir işlem yapılmıyor. Nedeni de, sitozol diğer bir adı ile hücre sıvısının yoğun olduğu ve bu şartlarda hücrelerin içinde sadece % 10 kadar buz kristalleri oluştuğu ve bunun da önemli bir problem yaratmadığı söylenmektedir. Vücut, baş veya bir organın bu şekilde buz kristalleri oluşturulmadan dondurulmasına vitrifikasyon deniyor.

İlgili şirketler Cryonics’in çalışacağına kanıt olarak, günümüzde zaten sperm, yumurta, embriyo ve hatta dokuların bile uygun ortamlarda uzun süre bozulmadan kaldıklarını göstermektedirler.

Not: Cryonics ile Cryogenics karıştırılmamalıdır. Cryogenics bir fizik alanı olup, madde ve materyallerin çok düşük ısılardaki durum ve oluşumunu konu edinir.


İlgili linkler

29 Temmuz 2015

Üç ebeveynli tüp bebekler!

Günümüzde tüp bebekler hala tartışılırken, şimdi de üç ebeveynli tüp bebekler için İngiltere Parlamentosundan izin çıktı  (tüp bebeklerin normal bebeklere göre tip 2 şeker hastalığına ve obeziteye 5 kat daha yatkın oldukları bilinmektedir).  

Mitokondri (hücrenin enerji santralleri) transferi denilen bu yöntemde, sperm ve yumurta bebeğin anne ve babasından gelirken, sağlıklı mitokondri başka (yabancı) bir bireyden gelmektedir. Sebebi ise, normal annenin yumurtasında bu enerji santrallerinin DNA’sında bozukluk bulunmasıdır. Bu bozukluk bebekte bir seri genetik hastalıkla kendini gösterebilmektedir. Mitokondriler babada da bulunmasına rağmen, bu tercih edilmemektedir. Çünkü erkeklerde yaşla birlikte mitokondrilerde bayanlara göre daha çok hasar oluşmaktadır ve bu santraller kriptik duruma geçmektedir.
Bu tür bebek sahibi olmak sizce etik mi?

Yayımlanmış ünlü kanser araştırma sonuçları TEKRARLANABİLİR mi?

Kanser tedavisi konusunda 2010-2012 yılları arasında yayımlanmış ve en çok atıf almış TOP 50 makaledeki sonuçlara ulaşılıp ulaşılamayacağı, kar gütmeyen bağımsız Reproducibility Project: Cancer Biology (Tekrarlanabilirlik Projesi: Kanser Biyolojisi) ile ortaya konacak.

Gördüğüm kadarı ile ilgili çalışmaların en azından bazılarının yazarlarını bir panik almış durumda. Sonuçları daha sonra göreceğiz. 

Yüksek kaliteli araştırma: küresel göstergeler

Nature Index yüksek kalite bilimsel makaleleri takip eder. Aylık güncellenen bu index kurum ve ülkelerin kaliteli yayın performanslarını gözler önüne seriyor. Ülkemiz üniversitelerinin veya merak ettiğiniz herhangi bir ülke veya üniversitenin bu performansı için kurum veya ülke “arama kutusu”na basitçe ilk heceleri (örn. Ino, METU, Koç, Tur) yazmaya başlayın.


Öğrenci sayısı ile kafayı bozmuş üniversite rektörlerine bu index umarım bir şeyler anlatıyordur (tabi haberleri varsa).
Bu yıl mezun olan öğrenci sayısı 7700!

İnönü Üniversitesi (kuruluş 1975)
Toplam öğrenci sayısı  >30,000


Boğaziçi Üniversitesi (kuruluş 1863)  
Bu yıl mezun olan öğrenci sayısı 1526
Toplam öğrenci sayısı  11,417

Harvard Üniversitesi (kuruluş 1636)
Bu yıl mezun olan öğrenci sayısı 832!
Toplam öğrenci sayısı  4543

Umarım kimseyi depresyona sokmamışımdır!
Hikmet Geçkil
İlgili link: Nature Index
Not: rakamlar 2014 için

Bir saniyenin önemi!

Yarın (1 Temmuz Perşembe 2015), bütün dünya fazladan bir saniye kazanıyor. Buna “saniye sekmesi” ya da “artık saniye” de deniyor (İng. leap second).

Peki, “saniye sekmesi” nedir?

Saatlerin tüm dünyada yarın 1 saniye geriye ayarlanmasına sebep olan durum, “zaman”ın birim tanımlanmasından kaynaklanmaktadır.  İnsanoğlu zamanı daima güneşe göre ölçe gelmiş ve modern insan (modern Homo sapiens) güneşin gökyüzünde aynı pozisyona yeniden gelmesini (genellikle öğlen vakti) “bir gün olarak” değerlendirmiştir. Çok daha sonraları (çünkü Homo sapiens ilk ortaya çıktığında zaman kaydedilmiyordu ve bugünkü manada değildi) 1 gün 24 saate, 1 saat 60 dakikaya ve 1 dakika 60 saniyeye bölünmüştür.

Ancak, dünyanın güneş etrafındaki dönme hızı hep aynı değildir. Çekme-itme (manyetizma) ve diğer nedenlerden dolayı (soğuma, ısınma, yer çekirdeğinde ve güneşte olağandışı hareketlenmeler, vs…) dünyanın güneş etrafındaki dönüme hızında çok küçük de olsa (yıllar içinde saniyelerle ölçülebilen) farklılıklara sebep olur.


Günümüzde, “atomik saatlerle” saniyeyi daha kusursuz ve küsursuz belirleyebiliyoruz. Dünyanın güneş etrafında dönmesinin referans alınması yerine, atomik saatlerin kullanılmasının iki nedeni var:

Birincisi, zaman ölçeği daha küçüktür (dünyamızın güneş etrafında tam bir dönüşünü ifade eden 1 yıl zaman birimi, atomik saatlerde “bir salınım” “bir saniye”den çok daha küçüktür). İkincisi, atomik saatteki salınım frekansı hep aynıdır ve değişmez. Benzer şartları kullandığınız sürece, dünyanın (veya herhangi bir gezegenin) neresinde olursanız aynı salınım frekansını elde edersiniz. Günümüzde, “saniye”nin tarifi, en düşük elektronegativiteye (elektonlara karşı ilgisi az) sahip olan Sezyum atomunun kararlı izotopu olan Sezyum 133 içinde elektron geçişine göre yapılmaktadır.

Atomik saatlerin kullanılmaya başlandığı 1972’den beri 26 adet “artık saniye” olmuş ve insanoğlu yaklaşık yarım dakika (30 saniye) zaman kazanmıştır. En son “artık saniye” ise bu gece “gece yarısında” olacak ve tüm dünyada saatler 1 saniye geriye ayarlanacaktır (tabi kol saatimizi ayarlamaya gerek yok!). Saniyede milyonlarca işlem yapan bilgisayarlar, hücrelerimiz, büyük şirketler için bu 1 saniyenin önemi açıksa da, insanlar bir saniyede aşık olabilir ve hayatın geri kalan kısmını ya mutlu ya da mutsuz geçirebilir, bir saniyede büyük bir ilham gelir ki, bu ilham büyük bir buluş veya eskimeyen bir besteye dönüşebilir, beyin bir saniyede cinnet pozisyonuna geçebilir ve bir katile bir seri cinayet işletebilir.

Hikmet Geçkil

Eğer hala, “1 saniyenin önemi nedir ki?” diyorsanız. Aşağıdaki linki tıklayın: