Scientia, Fortitudo et Virtus (Bilgi, Cesaret ve Fazilet)

5 Mart 2016

Dünyamız ne kadar insanı kaldırabilir? Bir beyin jimnastiği...

Dünyamızın bütün karalarının toplamı 150 milyon kilometre kare. Yani, bunu bir kare şeklinde ifade etseydik aşağıdaki gibi bir şey olurdu:

5 Mart 2016 itibarı ile dünyamızın nüfusu 7 milyar 406 milyon (bkz. sayaç).

Bu, şu anlama geliyor. Hali hazırda dünyamızda  her km kareye yaklaşık 50 kişi düşüyor.

Veya, diğer bir deyimle her bir insana yaklaşık 20 dönüm (20 bin metre kare) arazi düşüyor.

20 dönümü, her bir kenarı yaklaşık 140 metre olan bir kara parçası olarak düşünebilirsiniz. İnsanca işlenirse fena değil. Ancak, dünya karalarının sadece % 15'inin tarıma elverişili olduğunu da unutmayınız... Yani, bir şeyler ekip-biçecekseniz size düşen arazi sadece 3 dönüm!

Tabi, dünyamızda sadece insanların yaşamadığını ve esasen insanın yaşamı için diğer canlıların da aynı toprak parçasını paylaşması gerektiğini gözardı etmeyin!

Herkese bir ev (90 metre kare) ve önünde bir bahçesi (110 metre kare) olacak bir dünyada, olması gerek en fazla nüfus ise yaklaşık 720 milyar, yani bugünkü nüfusun yaklaşık 100 katı.

Hemen aklımıza şöyle bir soru takılabilir. İnsanla tıklım tıklım olmuş bir dünyada dünya nüfusu ne kadar olabilir?

Basit. Eğer tıklım tıklımdan kastımız her metre karesine bir insansa, bize düşen arazi parçası olan 20 bin metre kareyi 20 bin insanla paylaşmak gerekecektir.

Dolayısı ile cevap: 7.4 milyar x 20 bin = 150 trilyon insan.

Ancak, böyle bir dünyada yaşamayı hayal bile etmeyin.

Çünkü, size şöyle bir uzanıp tüm yorgunluğunuzu atacak bir yatak yeri kadar bile bir alan düşmeyecek ve ömür boyu 1 metre karelik alanınızda ayakta duracaksınız.

2 Mart 2016

Tüp Bebekler: Şeytanın Gör Dediği!

Evrim konusunda çalışan biyologlara göre, tüp bebeklerin ileri yaşamlarında bir takım öngörülmeyen problemlerle karşılaşma olasılığı bulunmakta. Bu problemlerin başında ise şeker ve obezitenin bir kombinasyonu olan "metabolik sendrom" gelmekte. 

Bu grup bilim adamlarına göre, bir laboratuar tüpü içerisinde "desteklenmiş" olarak yumurta ve spermin kaynaştırılması, normal rahimde gerçekleşen sperm rekabetini baypas etmek anlamına gelmektedir. Dolayısı ile, en sağlıklı spermin seçilmesi değil de tesadüfen seçilmiş bir spermin kullanılması söz konusudur. 


Bilimsel adı ile "in vitro fertilizasyon" veya kısaca IVF olarak bilinen tüp bebek yönteminde, annenin yumurtası ya milyonlarca spermin olduğu bir sıvıda bir araya getirilir ya da bir lab teknisyeni seçtiği bir spermle yumurtayı bir araya getirir. 


Halbuki doğal halinde, milyonlarca spermin yumurtayı döllenme için harekete geçtiği, birkaç yüz tanesinin ancak hedefe ulaştığı ve sadece en kuvvetlisinin dölyatağında yumurtayı döllediği düşünülmektedir.

IVF ile dünyaya gelmiş ilk tüp bebek İngiliz Louise Brown olup henüz 38 yaşındadır. 

(Foto: İlk tüp bebek Louise Brown)

Herhangi bir sağlık problemi bulunmayan Brown'ın yine hiç bir sağlık problemi olmayan 3 ve 10 yaşında 2 oğlu bulunmaktadır. Ayrıca, gün itibarı ile dünyada ailelerinin mutluluk kaynağı olan yaklaşık 5 milyon tüp bebek bulunmaktadır. 1977 yılında geliştirmiş olduğu IVF yöntemi ile onlara bu mutluluğu sağlayan ise 2010'da bunun için Nobel Ödülü alan İngiliz hekim Robert Edwards'dır. 

Ancak bütün bu yaygın kullanımına rağmen bazı bilim adamları IVF ve tüp bebeklerin durumunu, fast-food yani abur-cubur yiyeceklerin toplum üzerindeki etkisinin ancak 50 yıl sonra anlaşılmasına benzetiyor. 


Bilimsel detayından dolayı genel okuyucu için burada detaylar ile değinmeyeceğim "imprint genler" ve "epigenetik hafıza" olaylarının tüp bebek işleminde göz önüne alınmadığı görülüyor. 


İnsanda 100 kadar ebeveyn spesifik imprint gen var. Anneden gelen kopya (alel) ifade edilirse, babadan gelen imprint olur (yani susturulur) veya tersi söz konusudur.

Epigenetik hafıza ise, genetik materyalimizdeki (yani DNA)harflerin dizilişe ile ilgisi olmayan "genetik üstü" bir olaydır. Epigenetiğe, DNA'ya sonradan giydirilmiş elbise gibi bakabiliriz. DNA yapılır ve daha sonra oraya buraya bazı kimyasal gruplar (en çok metil grubu) eklenerek işlevi değiştirilir. Dolayısı ile gen seviyesinde nerede ise %100 benzer olan bireylerin (örn., tek yumurta ikizleri) protein profilleri ve hastalıklara yakalanma özellikleri tamamen farklı olabilir. Bunun sebebi bu epigenetik işaretlerin ve hafızanın her bireyin genomunu farklı şekilde etkilemesidir.

Fakat bazı yeni IVF yöntemleri bu konuları gündeme taşıyan biyologların çekincelerini kısmen de olsa ortadan kaldıracağa benziyor. 


Yeni bir yöntemde yumurta ve spermler pirinç tanesi büyüklüğündeki bir silikon bir kapsüle konmakta ve bu kapsül döl yatağına yerleştrilmektedir. Kapsül üzerinde nano boyutlarda delikçikler anne sıvısının kapsüle girişine izin verirken, yumurta ve spermlerin çıkışına izin vermemektedir. Bunun tüpteki olaydan farkı yumurta ve spermin annenin kendi döllenme sıvısı ile bir araya gelmesini ve doğala yakın bir döllenme gerçekleştirilmesini sağlamaktır.  


Yaklaşık 40 yıldır uygulanagelen tüp bebek yöntemi bu ve benzer yönleri için hala tartışılırken, mitokondriyel transfer veya halk arasındaki adı ile "üç ebeveynli tüp bebekler" olarak bilinen oldukça yeni bir tüp bebek uygulama biçimi için İngiltere'de yasal düzenlemeler yapıldı ve kliniklerde yapılmasının önü açıldı. Bu konudaki bir yazımı burada okuyabilirsisniz.


29 Şubat 2016

Acınası Bilim İnsanları!!! Memurluğu Akademisyenliğe Tercih Edenler...

Şark Kültürü: Çocuğum devlet memuru olacak. Çocuğum müdür olacak. Çocuğum yönetici olacak.

Çocuğum bilim insanı olacak” diyeni çok az görürsünüz. Çünkü bilim insanı olmak zor ve meşakkatli bir iştir. Sırtında laboratuar önlüğü, elinde eldivenler…  İnsanımız bunu “amelelikle” bir görür…

Hâlbuki elinde bir Bond çantan, büyük bir odan, önünde şatafatlı bir masan ve insanların getirdikleri evraklara bir imza atıyor veya bir mühür basıyorsan senden büyük yok.

Zaten atalarımız ne demiş: “oğlum! baş ol da istersen soğan başı ol”

Ne yazık ki, yıllarca eğitim almış (lisans, yüksek lisans, doktora, vs) ve bunun için ailesi ve ülkesinin büyük paralar harcadığı insanımız bu tür memurluklara çok hevesli. Henüz mesleğinin başındaki birçok genç insanın bir ilkokul mezunun bile yapabileceği basit bir yöneticiliğe (ben buna memurluk diyorum) heveslenip, esas mesleğinden (yani akademisyenlikten) uzaklaştığını görüyoruz.

Halbuki aslolan senin mesleğin ve ürettiklerindir. Esas işini yaparak yetiştirdiğin öğrenciler ve onların öğrencilerinde bir bilim kültürü ve yaşam felsefesi kazandırırsın. Öğrencilerin belki seni yıllarca (tabi mevta olup gitmiş isen rahmetle) anacak, yazdığın kitap ve makaleler, ürettiğin araç ve gereçler senden sonra da insanların elinde ve dilinde olacaktır.

Senin o güzelim (soğan başı!) yöneticiliğini ise 5 yıl sonra kimsecikler hatırlamayacaktır. 

Amerika'da bulunduğum süre içinde gördüm ki bu tip yöneticilikler, hiç bir projesi olmayan, yayın yapmayan, lisansüstü öğrencisi olmayan ve bir araştırma labı bulunmayan sadece derse girip çıkan insanlara veriliyor. 

Ha şunu hemen belirteyim, ülkenin ve kurumunun bilim politikalarına yön veren en üst yönetici pozisyonunda bulunuyorsan ve bunu da hakkı ile yerine getirebiliyorsan ne ala. Gerisi fasa fiso. Çünkü baş nereye ayaklar da oraya…

Ancak, böyle bir pozisyondaki insanın kendisinin de erdem sahibi, dünyayı tanıyan, vizyoner ve en önemlisi de kendisinin de adam gibi bir bilim insanı olması gerekir.

Örnekle bitireyim.
Bir mal üreten bir fabrikanız var. Hadi diyelim o işletmede akıllı telefon üretiyorsunuz. Yöneticiliği sevdiğimiz için Türkiye’deki gibi 100 yöneticiniz ve 100’de çalışanınız (bilim adamı, mühendis vs.) var. Bütün yöneticilerin el ve ayaklarını bağlasanız veya esasen işe hiç gelmeseler bile o fabrikada yine akıllı telefonlarınız sorunsuz üretilecektir. Ancak, hafıza çipini yapan mühendisiniz, onu yerine takan çalışanınız (yani iş yapan 2 kişi) yoksa telefonu unutun. Çok yakında iflas bayrağını fabrikanın önüne asarsınız.  

Ondan sonra oturup düşünürüz. Şirketim, ülkem neden bir akıllı telefon üretemiyor?, üniversitem neden ilk 100’e girmiyor?… vs. vs.

Çünkü, ortada iş yapacak memur bırakmamışsın (işi bilen çalışan anlamında), sen hepsini amir yapmışsın. Ortalıkta amirden geçilmiyor ama işin ucundan tutan yok.


Bahse girerim, geçen yıl Nobel Ödülü alan vatandaşımız Aziz Sancar bugün ülkeye gelse, bizim rektörler onu hemen sadece tabelası olan bir araştırma merkezine müdür yaparlar. Aziz Sancar ülkenin gelecekteki akademisyen ve belki de Nobelistlerini yetiştireceğine, müflis esnaf misali büyük bir odada şatafatlı bir masanın başında “müdür”lük yapmanın dayanılmaz cazibesini! yaşayacaktır… 

24 Şubat 2016

Nobel Ödülü Kazanmak İçin 10 Basit Kural!

Aşağıdaki yazı ve tabi ki konu başlığının kendisi Nobel Ödülü almış bir bilim adamının: Richard J. Roberts.

(Not: anlamını bozmadan yazıyı oldukça kısaltmış ve kendimce küçük değişiklikler yapmış bulunuyorum.)

RJ Roberts, “genlerin yapısı” konusundaki çalışması ile 1993 yılında Nobel Tıp Ödülünü Phillip Sharp’la paylaştı.

PLoS Computational Biology’deki 2015 yılı makalesinde bu 10 kurala başlamadan önce Roberts şunu söylüyor:
-          - Gerçek şudur ki, bilim adamlarını sadece ödülü düşünerek çalışmaları hiç doğru bir şey değildir. Araştırmayı büyük bir istek ve zevkle yapmaları yeterlidir. Gerisi gelecektir.

Her ne ise… Kıssadan hisse başlayalım Richard J. Roberts’ın 10 kuralına:
  1. Kariyerine asla Nobel Ödülü için başlama. Bu maddenin aslında diğer 9 kural olmasa da yeteceğini ifade ediyor. Sadece soracağın güzel sorularla en iyisini yapmaya çalış ve bundan mutlu ol. Eğer şansın da yanında ise öyle buluşlar yaparsın ki Nobel ayağına gelir (bilim adamlarının şans konusunda söylediği bir söz: “iyi olmaktansa, şanslı olmayı tercih ederim

  2. Deneylerini kurmadan üzerinde iyi düşün ve elinden geldiğince hata yapmamaya çalış. Hata, hesaplamadan tutun öğrencilerinizin gelen bir telefonla tüm bir deneyin mahvolmasına kadar değişik nedenlerden kaynaklanabilir. Bu sizi yorar, bıktırır ve pes ettirir.

  3. Çalışmanıza gerçek katkı sağlayacak insanlarla çalışın. Ancak, çalıştığınız kişi ya da kişilerin sizden daha iyi olmaması gerekiyor! Yoksa, en fazla 3 araştırmacıya verilen Nobel Ödülünü beraber çalıştığınız adamınız alır.

  4. Kazanma şansınızı artırmak için iyi bir aile kurmaya çalışın. Nobel Ödülü kazanan 7 kişinin çocukları da Nobel Ödülü kazandı (örneğin: Lawrence Bragg ve babası William Bragg, Roger Kornberg ve babası Arthur Kornberg, Aage Bohr ve babası Niels Bohr değişik zamanlarda Nobel ödülü kazandılar). Bu bağlamda 4 karı-koca Nobel ödülünü paylaştı. Bu konuda rekor Marie Curie aliesine ait: kendisi iki adet olmak üzere, kocası, kızı ve damadı Nobel Ödülü kazandılar. Yani bir aileden 4 Nobelist ve 5 Nobel Ödülü çıktı.

  5. Daha önce Nobel Ödülü kazanmış birisinin laboratuarında çalışmaya çalışınız. Bu konuda en güzel örnek İngiltere’deki Medical Research Council (MRC) Laboratory verilebilir. Burada 9 Nobel Ödüllü bilim adamı yetişti. En ünlüleri ise değişik zamanlarda protein dizilemeyi ve DNA dizilemeyi keşfeden ve bunlar için 2 Nobel Ödülü alan Fred Sanger. Sanger, RNA dizilemeyi de keşfetti. Ancak, bir kişiye 3 Nobel Ödülü vermek, Nobel Komitesi için de zor bir şey olurdu her halde.

  6. 5. kuraldan belki de daha iyisi, Nobel Ödülü kazanması muhtemel birinin laboratuarında çalışın.

  7. En iyi deneylerini, şansın yaver gittiğinde bitirmeye çalış.

  8. Hayatını asla bir Nobel Ödülü kazanmak için planlama.

  9. İsveçli bilim adamlarına karşı kibar ol! Özellikle de eğer bu bilim adamları, Nobel Ödülü komitesinde yer alıyorlarsa. Tanıdığım birkaç kişi, uçakta yaşadıkları bu tür tartışmalarla ödüllerine beklenenden geç kavuştular.

  10.  Biyoloji çalış. Bunun için birçok neden var. Bir kere biyoloji keyif verici bir alan, doğrudan insan hayatını ilgilendiriyor ve bu alanda bilinmeyen o kadar çok şey var ki.
Roberts yazısını şöyle bitiriyor:
-Özet olarak 1. Kural benim en iyi tavsiyem. 

20 Şubat 2016

İnsan Genetik Alfabesinin (Genom Dizisinin) Belirlenmesinin 15. Yaş Günü

İnsan Genomunun taslak dizisi 15 yıl önce, tamamı da 2003 yılında (yani 13 yıl önce) yayımlandı. Peki, kimine göre “yüzü astarından pahalıya mal olan” bu proje, parasına (3.3 miyar dolar) değdi mi?  

Bence değdi. Neden mi? 

Bir kere, para kâğıttan yapılmış. Öyle veya böyle harcanacak. Çoğu zaman da gereksiz yerlere. Ancak, bu projeye harcanan para en azından insanoğlunun merakını az da olsa bazı konularda giderdi. Buna yazımın sonunda değineceğim. 

Ancak 15. yılını kutladığımız İnsan Genom Projesinin ilk taslağı hakkında biraz tarihçeye girelim: 1980’lerin sonunda insan genom dizisinin belirlenmesi fikri ortaya atıldı. Fakat, birçok bilim adamı insan genomunun çoğunun “bir işlevi olmayan çöp DNA’dan meydana geldiğini” ileri sürerek, böyle bir projenin anlamsız olacağını savundu. Kaldı ki, sadece 10 insanın genom dizisi çıkarılacaktı ve bu bütün insanları nasıl temsil edecekti!

Buna rağmen, o zamanki teknoloji ile milyarlarca dolara mal olacak bu projenin başlatılmasına karar verildi.

Kimine göre, çoğu "çöp DNA” olsa bile, genomumuzda bu çöp DNA’nın orada ne iş yaptığının belirlenmesi bile bu projenin yapılması için yeterli sebepti. 

İnsan genomunu yapan harflerin belirlenmesi (biyologlar buna “genom dizisi” diyorlar) için 1990’ların başında iki farklı proje başlatıldı. 

(Kitaplık: Wellcome Trust İnsan Genom Dizisi arşivi. Toplam 4 harften (A,T,G,C) oluşan haploid genomumuzdaki (yani 23 kromozomdaki) harflerin sayısı ve dizilişi kataloglanmıştır. Örnek: en büyük kromozom 1. kromozomumuzdur. Dolayısı ile bu kromozomda harf sayısı ile her biri 1000 sayfa olan 9 cilt kitap dolmuştur).

İlki Amerika Birleşik Devletleri önderliğinde ve birkaç başka ülkenin dâhil olduğu kısa adı IGHP olan “devletler projesi”, diğer ise zengin bir biyolog olan Craig Venter’in şirketi tarafından başlatılan proje. 

Uluslararası İnsan Genom Projesi (IGHP), insan genomunun taslak dizisini Nature dergisinin 15 Ocak 2001 sayısında, özel bir kuruluş olan Celera Genomics ise kendi taslak dizisini bir gün sonra Science dergisinin 16, Şubat 2001 sayısında yayımladı. 

IGHP, beklendiği gibi insan genomunun %50’sinin tekrarlanmış dizilerden oluştuğunun rapor etti. Bu tekrarlanmış düzlerin %90’ı ise “sıçrayıcı” ya da diğer adı ile “hareketli” diziler olarak bilinen “transpozonlar”dan oluştuğu belirlendi. Makalelerinin 11 sayfasını bu tekrar dizileri ve onların evrimini anlatmaya ayırdılar. 

Çöp veya atık olarak bilinen bu yavan dizilerin esas olarak biyolojik olgu için bize çok şey ifade ettikleri ve paleontolojik olarak birçok ilginç olayı barındırdıkları bilim adamları tarafından zaten daha önce bilinmekte idi. 

İşin maliyetine gelince: gerçekten de yukarıda bahsettiğim taslakların ortaya çıkarılması için 3.3 milyar dolar kadar bir para harcandı. Genomumuzun (haploid yani annemizden ya da babamızdan gelen 23 kromozom) yaklaşık 3.3 milyar baz çiftinden oluştuğu biliniyor. 

Bu, şu anlama geliyor: her genetik harfimizin belirlenmesi için 1 dolar harcandı. Her halükarda büyük para! Bu nedenle, insan genom projesi birçok bilim adamı tarafından tepki aldı. 

Bu projenin ortaya koyduğu en önemli bulgulardan biri, gen sayımızla ilgili idi. Tüm canlılar âleminin en karmaşığı olarak düşünülen insanın, gen sayısı bakımından hiç de o kadar üstün olmadığı görüldü. Yaklaşık 25 bin genimiz vardı. Bu sayı basit bir toprak kurçuğunun (Caenorhabditis elegans) gen sayısından çok da fazla değildi. Hatta bir su piresi (dafnia) taşıdığı yaklaşık 30,000 genle bizden daha fazla gene sahipti. 

İnsan genomunda kaç gen bulunduğunu ve genin tarifini burada yazmıştım. Tekrar üzerinde durmayacağım. 

Tabi projenin bu en önemli bulgusu yine tepkilere neden oldu. Çünkü eğer insan genomu büyük oranda anlamsız veya çöp dediğimiz dizilerden oluşuyorsa, zaten gen sayısının da çok olmaması gerekirdi. Basit bir matematik hesap bunu ortaya koyabilirdi. 

Peki insanda bir çok hayvana (hatta bitkilere) nazaran az sayıda genin olduğunun keşfedilmesi, insanoğlunun büyüklük egosuna büyük bir darbe mi vuracaktı? Hayır… 

Farklılığımız başka bir yerde idi. Henüz sayısını bilmediğimiz protein çeşitlerinde. 

İnsanın diğer canlılara göre çok daha zengin bir protein profiline sahip olduğu düşünülmekte. Fakat bir sorun var. Genler proteinleri kodluyorsa, az sayıdaki genle nasıl böyle zengin bir protein çeşitliliğine sahip oluyoruz? Bu konuda ifade edilen dizilerin karması, alternatif ifade gibi bazı deliller bulunsa da, bunu anlamaktan şu anda çok uzağız. 

Her ne ise… İnsan Genom Projesi ve öncesi hakkında kronolojik bir açıklama aşağıdaki resimde yapılmıştır ve bu konu üzerinde daha fazla durmadan esas konumuz olan bu projenin sonuçlarına gelelim…
(Büyütmek veya indirmek için resmin üzerini tıklayınız)
Bu projenin sonuçlarını kullanan daha sonraki çalışmalarla bugün yaklaşık 2000 hastalığı gen seviyesinde biliyoruz ve çoğunu genetik testlerle belirleyebiliyoruz. 

Proje sayesinde günümüzde genom dizileme araçları gelişti ve değişti ve bir genomun dizisi neredeyse bugün 1 milyon kat daha ucuza mal olmakta (3300 dolar/genom). 

Yani, tüm genomunuzun dizisini belirlemek istiyorsanız, bunu damağınızdan kulak pamuğu ile alacağınız örnekten  yaklaşık 3000 dolar vererek yapabilirsiniz. Bu rakamın önümüzdeki birkaç yıl içinde 1000 dolar civarlarına düşeceği tahmin ediliyor. 

Bu meblağ bile sizin bütçenizi aşıyorsa, 300 TL (100 dolar) vererek genetik orijininizi (daha çok Asyalı mı, Avrupalı mı yoksa Afrikalı mısınız? Ya da hepsinin belli oranlardaki karışımı mı olduğunuzu) belirleyebilirsiniz. 

Önümüzdeki dönemde genomumuzun bilinmeyenlerine doğru yolculuğumuz son sürat devam edecektir. İnsan genom çeşitliliğini konu olan 2015 yılında biten benzer bir projede dünyanın 26 değişik toplumundan (ırklarından) 2500 bireyin genomu dizilendi. Referans insan genomu ile kıyaslandığında, bu 2500 kişinin genomu kişiden kişiye farklılık gösterse de 4 ila 5 milyon bölgede farklar olduğu görüldü. Bu farklar bizi biz yapan farklar. 

Bundan 5 yıl önce, yani insan genom dizisi belirlendikten 10 yıl sonra, değişik canlı türleri için dizilen genomların sayısı aşağıdaki resimde verilmiştir. Teknolojinin gelişmesi ve ucuzlaması ile bu konuda tam bir patlama yaşandığı görülecektir.
(Büyütmek veya indirmek için resmin üzerini tıklayınız)
Ancak, genomik çalışmalar sonucu ortaya konan bu kadar bilgi ve bulgunun anlamlandırılması (mana) gerekiyor. Bunun için, makineler değil insanların beyin gücüne daha çok ihtiyaç olacaktır.

12 Şubat 2016

Kütle Çekim Dalgaları: Büyük bir keşif mi, büyük bir dalga geçmek mi?

Bu hafta içinde (Çarşamba günü) eğer doğru ise 2016 yılının belki de en büyük keşfi olacak olan Einstein’in 100 yıl önce ortaya attığı yaygın adı ile "izafiyet teorisi"nin kanıtlandığı ileri sürüldü. Yani, “zaman ve mekânın bükülmesine" sebep olan “kütle çekim dalgaları”nın keşfedildiği bildirildi.

Şayet, bu doğru ise evren ve yaşam için çok moda olan Big-Bang Teorisini çöpe atabilirsiniz... (Fizikçilerin bitmek tükenmek bilmeyen sayısız teorileri hakkındaki bir yazımı burada okuyabilirsiniz).

Konumuza dönersek; MIT, Caltech ve LIGO araştırmacılarının hangi kanıta dayanarak kütle çekim dalgalarını keşfettiklerini anlamak zor. İki ayrı yolu, ancak aynı mesafeyi kat edip dönen kızıl ötesi ışınların dalga boylarının “tam simetri” (yani üst üste mükemmel çakışma) göstermedikleri ve bir protonun çapının binde biri (1/1000) kadar olan bir sapmaya neden olduğu ileri sürüldü (1 protonun çapı yaklaşık 2 × 10-14 metre, yani 0.00000000000002 metre ya da 0.00000000002 mm). 

Buna, güneşten 30 kat daha büyük ve bize 1.3 milyar ışık yılı uzaktaki bilmem hangi iki karanlık deliğin çarpışıp kaynaşmasından sonra ortaya çıkan ve ışık hızına eşit bir hızla yayılan kütle çekim dalgalarının sebep olduğu ileri sürüldü.

"Kızıl ötesi ışınların aynı mesafeyi çok az da olsa değişik zaman süresi içinde almalarının yegane kanıt sayıldığı"  açıklamada, medya önünde kişi ellerini havaya kaldırıp bir zafer edası ile aynen şunları söyledi (bkz. aşağıdaki videodaki konuşma):
  • “Kütle Çekim Dalgaları’nı keşfettik. Evet…  başardık” 
Bu kadar önemli bir konu, alkışlarla kesilen 2 dakika içinde medyaya servis yapıldı. İlgili zat bilgisayar ortamında hazırlanmış, tamamen hayali animasyonlarla konuyu bu 2 dakikada anlatmaya çalıştı.
Bu konu bir anda bütün TV, gazete, blog ve diğer web sitelerinde yayılış gösterdi (bilim haberciliğinde bir rekor kırıldığından eminim).

Umarım, bu haber ilgili bilim adamlarının büyük egosunun bir sonucu değildir ve doğru çıkar. Higgs Bozonu ya da diğer ünlü adı ile Tanrı Parçacığı için bir grafiğe dayandırılan ve onun üzerinde koparılan fırtınaları hatırlayınız!


Fizikçiler kusura bakmasın ama, bir ara "soğuk füzyonu" da keşfettiklerini ve bir bardak su ile dünyamızın tüm enerji sorununu halledebileceklerini ileri sürmüşlerdi!.. 

Aradan 25 yıl geçti. İlk ortaya atıldığında Nobel Fizik Ödülüne bile aday gösterilen soğuk füzyona ne oldu dersiniz? 

Buluşun sahiplerinin rencide olması ve "soğuk duş" almasından başka bir işe yaramadı...

Bir başka örnek: Bazılarınız hatırlayacaktır. Birkaç yıl önce de NASA’da çalışan bilim adamları, DNA’sında (genetik materyalimiz) arsenik olan bakteriler keşfettiklerini söylemişlerdi. Ancak, daha sonra yapılan çalışmalar bunun bir safsatadan ibaret olduğu gösterildi. Çünkü deney tekrarlanamadı. NASA araştırmacılarının kontamine (bulaşık) bir ortamda bu çalışmayı yaptıkları ve belirlenen arseniğin esasen ortamda bulunduğu ve bakterilerin DNA’sının bir parçası olmadığı anlaşıldı.

Milyonlarca dolara mal olan, ancak kimine göre 50 yıldan beri bildiğimiz şeyleri bize yeniymiş gibi sunmaya çalışan ENCODE projesi ile ilgili de daha önce burada bir yazı yazmıştım.

Ne yazık ki bilime en büyük kötülüğü, medyatik olmada, projelerine büyük paralar cebellezi etmede mahir açık gözlü ve aç gözlü bilim adamları yapmakta ve bunların yalancı çoban misali “sürüye kurt geldi” çığırtkanlığı doğru olsa bile artık kimseler inanmamaktadır.


Bundan dolayıdır ki, ülkeleri yönetenler bilim adamlarından çok film adamlarını danışman olarak seçerler. Çünkü bilgelikten (ve çoğu zaman bilginlikten) uzak bu bilim adamları ile filim adamları arasında pek de bir fark yoktur ve dolayısı ülkelere bilim politikaları değil filim politikaları yön verir.
Bu nedenledir ki, dünyamızın da her konuda çivisi çıkmış…

30 Ocak 2016

Terör Hücreleri!

2000’li yılların başlarında biyotıp literatüründe eski bir inanışı nerede ise çöpe atan yeni keşifler ortaya kondu.

Bu yeni bulgular, vücudumuza giren mikrop ve diğer yabancı ajanlara karşı savaştığını bildiğimiz makrofajların (bir çeşit bağışıklık hücresi) kanser tümörlerine karşı o kadar da düşmanca davranmadıklarını ortaya koydu.

Hatta, makrofajların kanser hücrelerini uyardıkları, onların daha da çoğalmalarına ve metastaz (vücut içinde dağılıp yeni yerlerde kök salma) neden olduklarını ortaya koydu.

Eskiden neye inanıyorduk? Eğere bağışıklık sistemimizi (bunların içinde makrofaj hücreleri da var) güçlendirirsek, bu hücreler vücudumuzdaki kanser hücrelerine savaş açacak ve onları silip süpürecekti.

Heyhat… kanser hücreleri birer mikrop veya parazit değildi. Vücudumuzun bizatihi ürettiği kendi hücrelerimizdi. Tek farkları, normal hücrelerimiz gibi yaşlanıp normal veya vücut tarafından programlanmış bir yolla öleceklerine, kendilerini koruma içgüdüsü ile ölümsüzlüğü seçiyorlardı. Bu durum bizim aleyhimize olsa da, onların lehine idi ve böylece sonsuz yaşayabilirlerdi.

Dolayısı ile bugün kanser hücrelerine karşı geliştirdiğimiz birçok ilaç kendi hücrelerimize da aynı derecede zarar verir. Tek fark, kanser hücreleri daha agressif çoğaldığından, en çok bu hücrelerin çoğalması engellenir.

Makrofaj konusuna dönersek. Yaygın görüşün tersine, bu hücrelerin tümör çevresinde toplanmadıkları ve hatta salgıladıkları birtakım küçük kimyasallarla (kemokin ve sitokin) kanser hücrelerinin daha da agresif bölünmelerini ve bunların beslenmeleri için yeni kan damarlarının oluşmasını (anjiyogenez) teşvik ettikleri sanılmaktadır.

Hatta, kanserli farelerin makrofajları hedeflenip ve bu bağışıklık hücrleri tamamen ortadan kaldırıldığında, tümörlerin metastaz yapamadığı saptanmıştır.

Makrofajlar adeta bir amip gibi sürünerek hareket ederler ve kandaki belki de en hareketli hücreleridir. Kanserli bir hücre ile karşılaştıklarında, yalancı kollarını ona doğru uzatırlar. Ancak, yaygın görüşün tersine, kanserli hücreyi sarıp yutacaklarına, salgıladıkları kimyasallarla onun oradan sökülüp vücudun başka yererline gidip monte olup orada da bir tümör oluşturmasına sebep olurlar.

Sonuç olarak, vücudumuzdaki tüm hücrleri (kanser hücreleri dahil) birer küçük canlı (esasen de zaten canlılar) olarak tahayyül ediniz. Kimisi makrofajlar gibi hareketli kimisi de özel yerine monte edilmiş ve orada özel bir işlevi yerine getiriyor. Bazıları (kanser hücrleri), ise raydan çıkmış ve vücudu bir parazit gibi kendi lehine sömürme niyetinde. Hareketli savunma hücrelerimiz bu parazit emsali hücrelerle karşı karşıya geldiklerinde, “-ohh seni yakaldım şimdi sonun geldi” demiyor.


O andaki konjoktür çok önemli. Savaş da olabilir barış da. Savaş kazanılırsa harika!… Barış olursa, sonun kötü biteceği kesin…

27 Ocak 2016

Dünyanın En Etkili Bilim Beyinleri, 2015: Türkiye’den 9 kişi listede...

(THE WORLD’S MOST INFLUENTIAL SCIENTIFIC MINDS,2015: A Thomson Reuters Report)

Dünyada yaklaşık 9 milyon araştırmacının olduğu tahmin ediliyor. Ve bu araştırmacılar yine yılda 2 milyonun üzerinde yayın yapıyor (Thomson Reuters, 2015).

Bu, araştırmacı sayısı başına yılda yaklaşık 0.22 yayına denk geliyor. Yani, yaklaşık 5 araştırmacıya yılda 1 adet yayın düşüyor. Çünkü, yayın yapmak gerçekten meşakkatli bir iş.

Önce, bir projen olacak. Bu projeyi yürütmek için yeterli finansal destek sağlayacaksın (TÜBİTAK 1001 projelerinin nasıl zor kabul olunduğunu biliyoruz. Sanırım 1001'e sunulan projelerin yaklaşık % 10'u destekleniyor). Projeyi başlatıp aylarca araştırma yapacaksın ve elde ettiğin verilerden yayın yapacaksın. Adam gibi bir yayını yazmak ise en az 3 ayını alır (bunu yaklaşık 8 yıl Amerika'da okumuş ve çalışmış biri olarak söylüyorum).

Ancak, büyük araştırma merkezlerinde 10'larca (bazen 100'e yakın) araştırmacısı bulunan bazı bilim adamları bir yıl içinde 10'larca yayın yapabiliyor. Çünkü çalışanlarının çoğu doktorasını almış kişilerdir. Bu becerikli araştırmacılar, makaleyi baştan sona yazarlar ve proje yürütücüsü veya asıl araştırmacıya sadece şöyle bir okumak ve varsa revizyon kalır.

Problem, aklı başında bir projesi olmayan, hiç bir yerden finansal destek almayan (BAP projelerini projeden saymıyorum) ve laboratuarında (eğer tabi laboratuarı varsa) doğru dürüst çalışanı olmayan bazı göz açıkların bir yılda 10'larca yayın yapmasıdır. Bundan, şüphe duymak gerekir. Çünkü, bilimde şüphecilik birinci kaidedir.

Neyse, konumuza dönelim. Tabi dünyada bu kadar araştırmacı ve yayın olunca, kimlerin “en etkili bilim adamları” olduğunu yayınlarından detaylı bir analiz yaparak çıkarıp sunmak oldukça zor (eğer imkansız değilse). Dolayısı ile Thomson Reuters gibi dergi indeksleme ve onlara etki faktörü vermede tekel oluşturmuş bir kurum, işin kolayına kaçıp sadece “yayın sayısı” ile bir değerlendirme yapmakta ve böyle çalıştığı üniversitesi bile olmayan HAYALET bilim adamaları ortaya çıkmakta.

Bunun için, GOOGLE’da “THE WORLD’S MOST INFLUENTIAL SCIENTIFIC MINDS 2015” dosyasını taratıp indirin ve PDF dosyasında “search” düğmesini tıklayarak “Turkey” yazın. Uzun listede 9 Türk bilim insanı da var. Bazılarını tenzih ederim ama, bağlı oldukları kurumu “Üniversite Mahallesi” olarak yazmış 3 kişi var. Bunlar, “GERÇEK” kişiler mi? yoksa “HAYALET” mi? Beni düzeltirlerse memnun olurum… Ayrıca, 3 çiftin soyadı ve çalıştığı kurumlar aynı. Bu, bana biraz aile içi şirket görüntüsü veriyor. 

25 Ocak 2016

Büyüklüğü “Bina Sayısı”, Başarıyı “Öğrenci Sayısı” Olarak Gören Ülkemin Güzel Üniversiteleri!

Başlıktaki “Güzel” sözcüğünden ne kastettiğimi anlamışsınızdır. Az sayıda güzide üniversitemizi saymazsak, birçok üniversitenin Büyüklük ve Başarı algısı ne yazık ki yazımın başlığındaki gibi.

Esasen, hem bina sayısı hem de öğrenci sayısı başarı ile ters orantılı. Yani sayılar artarsa, başarı düşer. Nasıl mı?

Çünkü bu üniversiteler belli bir şeye odaklanmayı kaybederler. Yaptıkları iş, kendi yaratmış oldukları tıka basa dolu binaları, üst ve altyapıyı idame ettirmek ve kaldırabileceklerinin 10 katı öğrenci ile uğraşmaktır. Bunları yaparken, esas işleri olan bilim üretmeyi ise rafa kaldırırlar.

Bir üniversite düşünün ki, kampüsünün her tarafından mantar gibi binalar (yani fakülteler) fışkırmış, binaların içi kuru kalabalıklarla dolu ve belli sayıdaki eğitim kadrosu sabah akşam derslere girmek ve öğrenciye nutuk atmaktan araştırmaya fırsat bulamıyor. Öğrencileri ise bir beceri kazanmaktan çok, nutukla idare ediyor.

Bilimsel hiçbir başarısı olmayan, bu üniversitelerin adeta mahalle muhtarı edası ile sabah akşam bina ve kelle sayısı ile övünmeleri gayet normal kabul edilmelidir.

Aşağıda, sizinle Amerika’dan bir kampüsten iki fotoğraf paylaşıyorum. Yer: Cold Spring Harbor Laboratory (New York). Dünyanın en prestijli araştırma merkezlerinden biri. Bilim (özellikle Biyoloji) kitaplarımızdaki birçok buluşun merkezi. Az sayıda öğrencisi, çok sayıda araştırmacısı var. Hocalarının çoğu derse bile girmiyor. Kampüs araba, otobüs ve insanla dolup taşmıyor. Devasa ve çok sayıda binası yok. Tamamen bilim üretmeye odaklanmış ferah bir ortam.
(Büyütmek için resmlerin üzerini tıklayın)

Büyük (başlıktaki anlamda değil) üniversitelerinde de durum bundan farklı değil. Bu konuyu başka bir yazımda yazmıştım (bkz. Ülkemizde Yüksek Öğretim)    

Nicelikten çok niteliğin önemsendiği, sürekli bir fiziki yapılanma ile devlete yük olmayan, ancak ürettikleri bilim ve teknoloji ile devletin bilim ve ekonomisine katkı sağlayan üniversiteler dileği ile...

21 Ocak 2016

Bilimde Açgözlülük, Abartı, Propaganda, Popülizm, Çıkarcılık: CRISPR-Cas9 Vakası! (Greed, Exaggeration, Propaganda, Populism and Self-interest: The CRISPR-Cas Case!)

Bilimde olmaması gereken başlıktaki şeylerin hepsi 2012 yılında keşfedilen “CRISPR-Cas9 Genom Edit Etme” için mevcut. Bu konuyu daha önce burada ve burada yazmıştım.

Şunu hemen söyleyeyim. Çok yeni bir keşif olmasına rağmen, kolay, ucuz ve sonuç alıcı olmasından dolayı bu teknolojinin PCR gibi yaygınlaşacağı sanılıyor. Bugün nerede ise CRISPR-Cas9 sistemini duymamış bir moleküler biyologa rastlayamazsınız. Herkes ondan bahsediyor. Hatta gelecek yıl veya önümüzdeki birkaç yıl içinde bu sistemi keşfedenlerin Nobel Ödülü alacağı üzerine bahisler bile var.

Ancak, CRISPR-Cas sisteminin kim tarafından ilk keşfedildiği şimdilerde büyük tartışma konusu. Şu anda dünyada binlerce laboratuar bu sistemi kullanmakta ve onlarca kişi ise, BEN, BEN deyip sistemi ilk keşfedenlerin kendileri olduğunu öne sürmekte. Hayatımda, bilimsel bir buluşun bu kadar sahibi olduğuna rastlamadım. Patent başvuruları, çıkar çatışmalarından kaynaklanan davalar havada uçuşuyor.

Daha önceki bir yazımda, yaygın görüşün CRISPR-Cas’ın iki bayan bilim insanı tarafından olduğu yönünde idi ve hala da o görüşümü muhafaza ediyorum (bkz. Gen ve Genom Edit Etme). Çünkü, CRISPR-Cas sistemi 2005 yılından beri bilinmesine rağmen, onun etkili bir genom edit etme aracı olabileceğini ilk defa bu iki bayan 2012 yılındaki makalelerinde gösterdiler ve bunu da bilim aşkı için yaptılar. 

Ancak, paranın ve ünün peşinde olan büyük araştırma enstitüleri, müdürleri ve ilaç şirketleri bir algı yaratma peşindeler. Bu sistem bilmem ta 1990’larda hangi doktora öğrencisi tarafından bulunmuş da, ancak uygun dille bunu yayınlayamamış da, vs. vs. vs… Bunların amacı, bakteriler tarafından milyarlarca yıldır başvurula gelen, tamamen doğal olan bu sisteme sahip olup, yapacakları ufak tefek değişikliklerle onu patentlemek ve hem parayı cebe indirmek hem de üne kavuşmak. Yani,  bunlar konuyu saptırarak, kendi yaptıklarını öne çıkarır, işin esas sahiplerini ya tamamen görmezden gelirler ya da sadece satır aralarında yer verirler.

Halkın ve okuyucunun dilinden iyi anlayan, etkili yazı yazma sanatını iyi bilen bu kişi ve kurumlar, ayarladıkları iyi dergilerde yayınladıkları perspektif ve yorumlarla işin mükâfatının peşindeki gözü açık ve aç gözlülerdir bunlar. Bunlar bilim sadece şan, şöhret ve para için yaparlar. Bunların biliminden insanlığa hiç bir fayda gelmez, sadece onu cebimizi boşaltmanın bir aracı olarak kullanırlar.

Çünkü ileride bu sistemin genom ve gen edit etmede standart olacağı ve “tasarım bebeklerden” tutun, tek genle geçen birçok genetik hastalığın düzeltilmesi, yüksek verimli hayvan ve bitkilerin geliştirilmesi gibi sayısız alanda uygulama bulacağı düşünülmektedir. Henüz, kliniğe gelmemesine rağmen, bu teknikle insan embriyolarında veya eşey hücrelerinde nokta atışı ile bazı hastalıklara sebep olan gen mutasyonları tamir edildi. Dolayısı ile uygulama potansiyeli oldukça yüksek ve yaygın kullanımının neredeyse bugün hemen her biyoloji, genetik ve klinik laboratuarda bulunan PCR gibi olacağı düşünülmekte. Tek fark, bu sistemin PCR gibi pahalı bir araç değil de, amaca göre dizayn edilmiş ucuz bir ifade vektörü (DNA molekülü) olmasıdır. Tabi, açgözlü kişi ve kurumlar, bu kadar etkisi olacak ucuz bir sitemi nasıl yapıp edip halkın canına okumak için (maddi olarak) kullanabilecekleri sorusunun peşindeler. 


Umarım, bilim politikalarımız (tüm dünyadan bahsediyorum) ve bilimi bilim için yapan insanlar, yukarıda bahsettiğim tipteki açgözlü kişi ve kurumların böyle güzel bir bilimsel buluşu kendi amaçları doğrultusunda pazarlayıp, şişik egolarını daha da şişirmelerine engel olurlar. Bunu da, krediyi esas sahibine vererek başarabiliriz. 

Not: İngilizce tarama yapıldığında, yazımın çıkması için başlığı aynı zamanda bu dilde yazdım. 

19 Ocak 2016

Gen ve Genom Edit Etme

Daha önceki bir yazımda 2015 yılının buluşu olarak kabul edilen bir keşfi paylaşmıştım (Yılın Buluşu- Gen ve Genom Edit Etme). Şimdi, bir fotograf paylaşıyorum: Kim bu insanlar?
En soldaki Bay, Twitter'in eski yönetim kurulu başkanı, en sağdaki Bayan ise Hollywood'un ünlü yıldızı Cameron Diaz. Peki, Cameron Diaz kadar olmasalar da ortadaki iki alımlı bayan kim?

Muhtemeldir ki gelecek yılın Nobel Kimya veya Tıp ödülünü kazanacak olan iki bayan: Emmanuelle Charpentier (Max Planck Institute, Berlin) ve Jennifer Doudna (University of California, Berkeley). Her ikisi beraber yayınlamış oldukları 2012 makalesi ile 2005 yılında keşfedilen CRISPR-Cas9 sisteminin hassas bir gen veya genom edit etme aracı olduğunu buldular. Buldular diyorum, çünkü bu araç milyonlarca yıldır bakterilerde süregelmekte. Ancak, bulunması (keşfedilmesi) bu iki bayanı beklemiş.

Bilim işte böyle bir şey. Aziz Sancar'ın deyişi ile "Bir şey keşfediyorsun, o şeyi o an 7 milyar insan içinde bir sen bir de Allah biliyor". Keşfin tarif edilemez hazzını yaşamak bu olsa gerek!

Böylece, bu iki bayan geçen yıl tüm bilim dünyasını kendilerinden ve buluşlarından bahsettirerek meşgul ettiler.Çünkü, onların buluşu ile, en azından bazı hastalıklar için gen tedavisine bir adım daha yaklaşmış olduk.

Daha önceki genom edit etme araçları olan TALEN (transkripsiyon aktivatörüne benzeyen nükleazlar)  ve ZFN (çinko-parmak nükleazlar) metotlarına göre, bu metot çok daha hassas ve uygulaması çok daha kolay. Herhangi ilgilendiğiniz bir gen veya genom göre kendiniz dizayn edebileceğiniz gibi, sistemi nispeten ucuza da ısmarlayabiliyorsunuz. Benim görüşüm, bu iki bayanla beraber TALEN veya ZFN’yi keşfeden bir kişi de nobel ödülü alacaktır. Bildiğiniz gibi, Nobel Bilim Ödülleri belli bir alanda (Fizik, kimya, Biyoloji (Tıp)) en fazla 3 kişiye veriliyor.

Ancak, şu günlerde CRISPR-Cas dahil bu çeşit genom veya gen edit etme araçlarının etik yönü, gelecek kuşaklar üzerindeki etkisi vs. oldukça tartışılma konusu. Özellikle, Mendelyan davranışla geçen tek gene dayalı birçok genetik hastalığın nokta atışı ile bu sistemlerle düzeltilebileceği düşünülüyor. Ancak, bu çeşit düzeltmeler RNAi terapilerinin tersine, embriyonik safhadaki hücrelerde yapılır.

Şöyle bir örnek vereyim: tek genle geçen kistik fibroz, orak hücre anemisi, Huntington hastalığı gibi hastalıkları düşünün (esasen insanda bu şeklide tek genle geçen 6 bin kadar hastalık var).  Bu hastalıklarda, genin mutasyona uğramış bölgesi için bir “Rehber RNA” ve Cas enzimini kodlayan bir sistem oluşturuyorsunuz (genellikle plazmit). Hücrede (örn., embriyonik hücrelerde) ifade edildiğinde, bu sistem çekirdeğe girip ilgili genin kusurlu (mutasyon taşıyan) bölgesine bağlanmakta ve Cas enzimi DNA’yı o bölgeden kesmektedir. Bunun sonucu hücrenin normal tamir mekanizması devreye girmekte ve o bölgeyi onarmaktadır. Böylece, embriyodan gelişen fetüs, bebek, birey yaşamı boyunca hiç ilaca gerek duymadan normal yaşamını sürdürmektedir. Çünkü genetik hastalığı gen seviyesinde tamir edilmiştir ve başlangıçta birkaç hücrede yapılan bu düzeltme (gen editing) tüm 100 trilyon hücreye ve muhtemelen cinsiyet hücrelerine de (sperm ve yumurta) geçmiştir. Dolayısı ile kişinin genetik kusuru düzeltildiği gibi, ondan olacak çocuklarda da o genetik hastalık muhtemelen olmayacaktır.

Bu çeşit doğrudan insanlardaki kullanımlarının yanında, bu uygulamalarla kaliteli ve bol meyve, sebze, et, süt vb. birçok başka ürün üretilebileceği düşünülmektedir.  

Ancak, bitirirken şunu belirteyim. Bu sistemin kötü kullanımlarının da olabileceği (örn., “tasarım bebekler”) düşünülmektedir. Yine, düşük bir ihtimal de olsa, bu tür uygulamalar hedef dışı bazı değişikliklere de sebep olabilir. Dolayısı ile bu sistemlerin gelecek nesillerdeki tahrip edici sonuçlarının da iyi düşünülüp tartışılması gerekecektir. 

İlgili konuda bir videoyu keşfeden iki kişiden birinden (Jennifer Doudna) izleyebilirsiniz:

15 Ocak 2016

Dünyamızın Ateşi Yükseldi mı? Düştü mü? Küresel iklim değişikliğinde son 500 milyon yıl

(Büyütmek için resmin üzerini tıklayın)
Yorum!


13 Ocak 2016

Bir Üniversite Nasıl Geri Bırakılır? Diriden Çok Ölüye Önem Vererek!

Şimdi hemen diyeceksiniz ki, ölülerimizden dualarımızı mı eksik edelim? Haşa... Tabi ki onları özlem ve rahmetle anar ve günümüzü onlara borçlu olduğumuzdan minnet duyarız.

Ancak, bir taşra üniversitesi düşünün ki çalışanlarının en az %50'si bulunduğu kentten ve hemen her gün çalışanların elektronik posta kutuları şöyle mesajlarla dolup taşıyor:

Falancanın babası, annesi, kayınvalidesi, kayınpederi, amcası, dayısı, dayısının kızı, eniştesi, eniştesinin hanımı, bilmem falanın filanı, filanın falanı vefat etmiştir. Cenazesi X mezarlığında falan gün defnedilecektir. Bunun için servisler filanca yerden falanca saate kalkacaktır vs.. vs.. vs..

Tabi, işten kaytarma peşinde olan uyanıklar! için bu “dokuz köye… duyurular” bulunmaz bir fırsattır. Tanıdık veya tanımadık bu cenazelere gitme bahanesi ile mesailerini bırakır, daha mezarlığa gitmeden servislerden inerler. İnsafsızlık yapmayalım, bazıları biraz daha sabrederek defin sonrası servislerden iner ve şehirde günün keyfini kendilerince çıkarırlar.

Bu türden duyurular esasen cenaze sahiplerine maddi ve manevi büyük yük getirir. En acı günlerinde, hayatlarında iki kere merhaba etmedikleri bir otobüs dolusu insanı karşılamak, ağırlamak, yedirmek, içirmek, yolcu etmek, vs.

Tabi takdir edersiniz ki, bu durum büyük iş gücü kaybına, çalışmaların aksamasına neden olur. Sonra oturup düşünürüz. Neden sayımız arttı da, marifetimiz artmadı?

İnsanlara (en azından idari personele) her sabah mesaiye gelme formları imzalatırsınız, ancak öğleden sonra ortadan kaybolduklarında nerede bu adamlar? dersiniz. Tabi, insanlara bu şekilde bir suiistimal yolunu kendiniz açtığınız için, kişi “cenazeye gittim” deyince yapacağınız bir şey de yoktur…

Bu duyurular olmazsa ne olur?

Çok güzel olur… Vefat eden insanın en yakın arkadaş, dost ve ahbabı zaten haberdar olacaktır. Sizin ayrıca dünya âleme bir duyuru yapmanıza gerek duyulmaz. Vefat eden, kurumda çalışan biri ise ilgili birim çalışanlarına bir başsağlığı mesajı web sayfasında yazabilir.

Velhasıl… Allahım! sen aklımıza mukayyet ol.

7 Ocak 2016

Üniversitelerimizin Geri Kalmışlığındaki En Büyük Neden: Rektör Atamaları, Akademik ve Diğer İdari Kadroların Belirlenmesi

Doktoramı yurtdışında yapıp yurda döneli 20 yıl olmuş. Bazen bakıyorum da, bölümümüzdeki özellikle 1. sınıf öğrencilerinin çoğu henüz 20 yaşında değil. Yani, kısaca yaşlanmışız!… Bu 20 yıl içinde, kendi üniversitemde birkaç rektör ve birçok akademik ve idari eleman gördüm. Tabii kendim de bunlardan biriyim.

Peki 20 yıl öncesine kıyasla, Türkiye’deki üniversiteler gün itibarı ile istenen seviyede mi?

Üniversite sayısına bakarsak göz alıcı bir değişim: 1996 yılında 60 olan üniversite sayısı 3 katından fazla artarak bugün 193 olmuş.

Peki, ülkelerin yüksek bilim ve teknolojisini üreten ve dolayısı ile ekonomilere yüksek katma değer sağlayan üniversiteler ülkemizde aynı görevleri hakkı ile yerine getirebildi mi?

Cevap: En iyimser ifade ile “Belki bir arpa boyu yol aldık”.   Kötümser cevapta ise bu cümle “almadık” yüklemi ile bitecekti.

Gözlemlerime göre, üniversitelerimizin bu acınacak durumda kalmalarında en büyük sebep üniversitelerin yine kendileri… Peki nasıl?

Liyakate göre değil; yalakalık, dirsek teması, sadakate göre her şeyi ölçüp biçmemiz.

Başlayalım…

Amerika’nın en saygın 8 üniversitesinin bulunduğu “Sarmaşık Ligi” üniversiteleri ve genel olarak diğer üniversiteleri akademik ve idari kadrolarını nasıl doldururlar?

Objektif ilanlarla. Hem de bu ilanlara sadece Amerika’da yaşayanların başvurması da gerekmez. Kendine güvenen tüm dünya insanları başvurabilir.

Örnek: Harvard Üniversitesi.

Rektör seçimi için bir “aday belirleme komitesi” oluşturur ve bu komite NATURE ve SCIENCE gibi “etki faktörü” 40 olan dergilerde ilana çıkar. (Hemen şunu belirteyim, tamamı ülkemiz bilim insanlarından oluşan ve ülkemizde yapılan bir çalışmaya dayalı bu dergilerde yılda ya bir yayın görürsünüz ya da görmezsiniz (bkz. Web of Science)).

Aday Belirleme Komitesi başvuruları değerlendirir ve seçilen 3-5 potansiyel rektör adayı üniversitenin Mütevelli Heyeti önünde projelerini ve projelerindeki hedeflere nasıl ve ne zaman ulaşabilecekleri konusunda sunum yaparlar. Böylece Mütevelli Heyeti üniversiteyi geleceğe taşıyacak sorumlu bir rektör atar (Amerika’da “Rektör” terimi kullanılmaz. Bunun yerine, “Üniversite Başkanı” terimi kullanılır). Rektörün görevde kalması, onun başlangıçta kabul gören hedeflerine ne derece vardığı ile doğrudan ilişkilidir ve uygun görülmezse normal süresi bitmeden görevi biter.

Göreve böyle gelmiş rektörler tabi ki, hedeflerine ulaşmak için en iyi bilim adamlarını devşirme ve en yetenekli ve vizyoner yöneticilerle yol almaya çalışırlar. Bunun için, her derecede akademik kadro için ilanlar yukarıda belirttiğim gibi yapılır ve ilgili herkes başvurabilir. Böylece, Amerika’nın hemen her üniversitesi idari ve akademik olarak kozmopolit, heterojen bir yapı gösterir ve her eyalet ve hatta her milletten bilim insanının rekabetçi çalışmasına ortam sağlar.

Bu durum; bizde dirsek teması ve sadakate dayalı olarak gerçekleşen ve “belli bir adayın çalışmasına” göre ilanların yapıldığı sisteme hiç benzemez. Unutmayalım ki “bilimsel seviyeye” değil de, bu tür neredeyse “adayın ayakkabı numarasına” göre yapılan alım ve atamalar ile "evrensel" değil "lokal" şehir üniversiteleri yaratırız. Öreneğin, kendi üniversitemde akademik personelin bile % 50 kadarının Malatya'lı olduğuna bahse girerim. Bu durum, kurumlarda hemşehriciliğe, tembelliğe, çürümüşlüğe sebep olur ve ilk önce o kuruma, uzun vadede ülkeye zarar verir.

Sonra oturup kara kara düşünürüz: Neden bir iPhone üretemiyoruz? Neden Nature ve Science’ta yayın yapamıyoruz? Neden yüzlerce insanın alın teri ile üretilen 1000 gömleği satarak eloğlundan sadece 1 adet yüksek teknoloji ürün alabiliyoruz? Neden hiçbir üniversitemiz dünyada ilk 100'e girmiyor? Neden? Neden? Neden?

Önümüzdeki 20 yılda umarım bu NEDEN'ler yok olur veya en azından sayıları azalır... 

30 Aralık 2015

Yılın Buluşu: Gen ve Genom Edit Etme

Hemen tüm bilim haberi ve yayını yapan sitelerde 2015 yılının en büyük buluşu olarak 2005 yılında keşfedilen CRISPR-Cas9 verildi.

Peki nedir bu her yerde bahsedilen CRISPR-Cas9?

Bizim için yeni olsa da bu olay bakteriler tarafından milyonlarca (eğer birkaç milyar değilse) başvurula gelen ve bakterileri yabancı düşmanlarına (örn, virüslere) karşı koruyan doğal bir bağışıklık sistemidir (insandakine benzer).

Ancak, insanoğlunun birçok genetik  (özellikle Huntington hastalığı gibi tek genle geçen) hastalığı ortadan kaldırma potansiyeli olduğu düşünülen bu olayı keşfetmesi için birkaç milyar yılın geçmesi gerekirmiş. 

Elli yıl önce, rekombinant (yeniden birleştirme) DNA devrimi yine bakterilerdeki kısıtlama (restriksiyon) enzimlerinin keşfedilmesi ile başlamıştı. Bu enzimler sayesinde modern biyoteknoloji endüstrisi doğudu ve günümüzde insülinden interferona ve büyüme hormonuna kadar kullandığımız birçok ürünün bakterilere yaptırılması mümkün oldu.

On yıl önce ise bilim adamları, bakterilerde kümelenmiş ancak düzenli serpiştirlmiş kısa ters tekrarlar içeren ve "rehber RNA" olarak adlandırılan RNA içeren bir Cas enziminin varlığının olduğunu ve bunun hücreye giren yabancı DNA'lara karşı bir savunma mekanizması olarak işlediğini gösterdiler.

(Büyütmek için resmin üzerini tıklayın)

Dolayısı ile uygun rehber RNA'lar kullanılarak herhangi bir gendeki belli bölgenin hedeflenebileceği ve uygun şekilde değiştirilebileceği anlaşıldı.

Böylece, dizayn edeceğimiz RNA'ların Cas sistemi ile bir araya getirilmesi ile genomun veya genin istenen bölgesi hedef alınabilr ve değiştirilebilirdi. Öyleki, tek bir harf (nukleotid) değişkiliği yapmak bile bu sistemle mümkün gibi görünüyor.

Bu sistemin ileride klinik kullanıma sunulması ile birçok genetik hasatlığın daha embriyo safhasında düzeltilebileceği düşünülmektedir. Yani, bu sistemin gen tedavisinden "tasarım bebekler"e kadar etik veya etik olmayan birçok yönde (iyi veya kötü) kullanım potansiyeli bilinmektedir.

Ancak, henüz günümüzde bu mümkün görülmemekte ve hatta mümkün olsa bile, bu sistemle yapılacak bir genetik değişikliğin ilgili bireyin ilerideki yaşamı ve onun soyu konusunda bir ton cevaplanması gereken soru bulunmaktadır. Örneğin, bu sistemle yapılacak bir genetik düzeltmenin ileride kalıcı kalıtsal değişikliklere neden olabileceği kuşkusu vardır. 

Ancak, bana göre bu keşif konusunda kesin olan şey, onun kaşifleri olan Jennifer Doudna and Emmanuelle Charpentier'e uzun yıllar beklemeden bir Nobel Ödülü kazandıracağıdır.
CISPR-Cas genom edit etme tekniği ile ilgili bir video kaydı aşağıda izleyebilrsiniz:

23 Aralık 2015

İki Emekli Bilim Adamının Hikâyesi: Genetikçiye karşı Biyokimyacı

Biyokimyacı DOUG ve onun genetikçi arkadaşı (ki onu kimse tanımaz) iki emekli Profesördür. Bir tepenin eteğinde bulunan evlerinde her sabah kahvelerini içerken ve her öğleden sonra biralarını yudumlarken DOUG ve genetikçi arkadaşı birçok bilimsel konuyu tartışır ve kafa yorarlarmış. 

Bir sabah, sohbetleri hemen evlerinin aşağısında kurulu olan bir araba fabrikası üzerine yoğunlaşmış. DOUG ve arkadaşı sabah fabrikaya bir kısmı tulum giymiş işçi, diğerleri takım elbise-kravatlı, ellerinde Bond çanta iki grup insanın girdiğini ve akşama doğru fabrikanın diğer ucundan yeni arabaların çıkıp, sağa dönüp bir park yerinde dizildiklerini izlerlermiş.

Ömürlerini üniversitede araştırma ile geçirmiş DOUG ve genetikçi arkadaşının arabaların nasıl çalıştığı konusunda en ufak bir fikirleri yokmuş. Her ikisi de buna iyice kafayı takmış ve farklı alanlardan gelen bilgi birikimleri ile arabaların nasıl çalıştığını anlamak için farklı çalışma metotları denemişler. 

DOUG zengin bir adam olduğu için (biyokimyacıların çoğu gibi) hemen 100 araba satın almış, hepsini eritmiş ve analizleri sonucu eritilmiş maddenin % 10 cam, % 25 plastik ve % 60 çelikten meydana geldiğini ve ayrıca % 5 oranında bilinmeyen maddelerden oluştuğunu belirlemiş. DOUG arabaların hangi materyallerden ve hangi oranlarda yapılmış olduğunu belirlediği için buna çok sevinmiş. Bir sonraki fazdaki çalışmasında, bu belirlediği kimyasalları bulduğu oranlarda karıştırdığında nasıl bir sonuç çıkacağını merak etmiş. Dolayısı ile sabah kahvesi ile öğleden sonraki bira molaları arasındaki zaman içinde oldukça yoğun çalışmaya başlamış. Ancak, uygun oranlarda karıştırdığı bu materyallerden her defasında arabaya benzer herhangi bir şeyin çıkmadığını görünce de hayal kırıklığı yaşamış. 


Bu sırada fazla çalışmaya alışık olmayan DOUG’un genetikçi arkadaşı (genetikçilerin çoğu gibi) daha ucuz ve daha az yorucu bir metodu denemekle meşgulmüş. Bir gün sabah kahvesinden önce yamaçtan aşağı inmiş ve tulumlulardan gelişi güzel birini seçmiş, ellerini bağlamış.

Kahvelerini içtikten sonra biyokimyacı tekrar iş elbisesini giyip, alev makinesi ile yeni materyaller eritip bunların kimyasal analizlerini yapmaya koyulurken, genetikçi ikinci bir kahve eline alıp evin etrafında bir tur attıktan sonra oturup Genetik dergisinin son sayısına bakmaya koyulmuş. Ancak, bu sırada aklı da elini bağlamış işçiden yoksun çalışacak fabrikada imiş ve ne olacağını merakla düşünüyormuş.

O gün öğleden sonra her ikisi biralarını yudumlamak için oturduklarında, DOUG terini silip şöyle bir nefes aldıktan sonra genetikçi arkadaşına dönmüş ve heyecanla anlatmaya başlamış:

“Bu günkü çalışmalarımda özellikle sürekli olarak % 25 plastik fraksiyonu ve % 75 oranında çelik fraksiyonu olan bir parça ile karşılaştım ve bu parça şu şekilde bir şey (bu sırada önündeki peçetenin bir köşesine bir direksiyon şekli çizmiştir). Şu sıralar, bunun herhangi bir aktiviteye sahip olup olmadığını anlamak için bu karışıma cam fraksiyonu ekliyorum. Her ne kadar şu ana kadar pek bir şey bulamadıysam da, cam fraksiyonunun ilavesi ile umarım bir yerlere varırım. Eğere elimde daha büyük bir alev makinesi olsaydı belki daha iyi sonuçlar elde ederdim”

DOUG bunları anlatırken, genetikçi arkadaşının bir kulağından girip öbüründen çıkıyormuş. Çünkü onun aklı fabrikadaymış. Akşama doğru arabalar birleştirme platformundan çıkıp, park yerine dizilirken hemen bir şey fark etmiş. Tüm arabalarda yan camlar takılı fakat ön ve arka camlar yokmuş. DOUG’ın konuşmasını bitirmesini bekledikten sonra (genetikçiler çok kibar konuşmacılardır) genetikçi DOUG’a dönüp;

“Bu gün iki gerçeği belirledim. Ellerini bağladığım işçi arabaların ön ve arka camlarını takmaktan sorumlu ve ayrıca ön ve arka camların takılması yan camların takılmasından bağımsız bir proses”

Ertesi gün, genetikçi başka bir işçinin ellerini bağlar ve akşama doğru platformdan çıkan araçların park yerinde biri birinin üzerine yığıldıklarını ve bu arabalarda tek bir şeyin eksik olduğunu görür: biyokimyacının kendisine bir gün önce göstermiş olduğu DİREKSİYON.

O gece genetikçi DOUG’ı dehşete düşürecek sonuçlar açıklar: direksiyonlar arabaların sağa sola döndürülmesinden ve ellerini bağladığı ikinci işçi ise direksiyonları monte etmekten sorumludur.


Başarılarından cesaret alan genetikçi, ertesi sabah takım-elbise, kravatlı ve bir elinde Bond çanta diğerinde bir lazer pointer olan birinin (ki bu fabrikanın müdür yardımcısıdır) ellerini bağlar. O akşam DOUG ve genetikçi bunun arabalar üzerinde ne gibi bir etki ile kendini göstereceğini heyecanla beklemeye koyulurlar. Bu sırada her ikisi de belki de hiç araba oluşturulamayacağı konusunda spekülasyon yaparlar. Ancak, o akşam çıkan arabalarda herhangi önemli bir eksiklik olmadığını gördüklerinde oldukça şaşırırlar. Bunun üzerine, ertesi sabah her ikisi elerine ipleri alıp, fabrikaya giren bütün takım-elbise, kravatlı ve Bond çantalıları bağlarlar ve akşama yine önemli bir eksiklik olamadığını keşfederler.

Bu yazının orijinali için bkz.: Üniversite ve Toplum

Test edilemeyen fikir ve teoriler bilim sayılır mı?

Bu konularda rekor hiç şüphesiz ki Fizik alanında. Fizikçilerin akla yatkın ve güzel formüllerle izah ettiği o kadar çok teori ve hipotezleri vardır ki bunlar ne yanlışlaşabilir ne de doğrulanabilirler. Birkaç örnek: “Sicim Teorisi”, “Big-Bang”, “Çoklu Evren Kuramı”, vs.

Şüphesiz insanoğlunun birkaç yüz yıl önce gözlemleyebildiği cisimler santimetre veya milimetre boyutunda iken, bugün santimetrenin trilyonda biri (10-12 cm) gibi atom-altı parçacıkları belirleme noktasına erişilmiştir. Uzak mesafeleri görmek için de benzer şeyler söylenebilir. Ancak, modern fiziğin dayandığı birçok teori (bunların bazılarına belki varsayım da diyebiliriz) ne yazık ki, bu sınırların ötesi için ileri sürülmüş ve günümüz teknolojisi ile kanıtlanmaları imkânsızdır.

(Büyütmek için resmin üzerini tıklayın)

Sanırım bu nedenledir ki, fizikçiler muazzam hayal güçleri ile bu bilinmeyen bölgelerde gezinerek olur olmaz teorilerini ileri sürmekte ve tabiri caizse “bir delinin kuyuya attığı taş, kırk akıllıyı da ömürleri boyunca meşgul etmektedir”. Bu teorilerden bazıları kanıtlansa bile, dünyamızın iyiliğine ne katkı sağlayacakları şüphelidir. Ancak, fizikçilerin çoğu sanırım tersini düşünmekte! Çünkü onlara göre,  örneğin Biyoloji biliminin nispeten az gelişmiş olmasının temelinde bu alanda çok az sayıda teori üretilmesindendir.

Fizikçilerin bu savı belki ilerdeki bir yazımın konusu olacaktır.

Yazımı bir Biyolog'dan bir alıntı ile bitireyim:
Sabit fikirlere dayanan teyit edilmesi imkânsız teorileri akılda tutmaktansa, hiç bir şey bilmemek daha iyidir.
-Claude Bernard (1813-1878)