Scientia, Fortitudo et Virtus (Bilgi, Cesaret ve Fazilet)

9 Eylül 2015

Nobel Ödülü; Kim Kimi Aday Gösterdi?

Nobel Ödülleri her yıl Ekim ayında verilmektedir. Bu prestijli ve sahibinin adını ölümsüzleştiren ödüller;

  • Fizik
  • Kimya
  • Tıp
  • Edebiyat
  • Ekonomi
  • Barış

Ödülü olmak üzere 6 alanda verilmektedir. Bazı istisnalar olsa da, Nobel Ödülü kazananların çalışmaları gerçekten alışılmışın dışına çıkan çığır açıcı buluşlardır. Nobel Ödülü sahipleri 1 yılı aşan bir seçim süreci sonunda belirlenmektedir.

Bu sürecin, en önemli ayağını her alanın Nobel Komitesi tarafından belirlenmiş olan kişilere “aday gösterme formları”nın gönderilmesi ve bu bilim insanları tarafında belirtilen adayların değerlendirilmesi oluşturur. Kimin kimi aday gösterdiği ise 50 yıl boyunca saklı tutulur. Yani, 2015 yılında bu listelere bir bakmak istersek, 1964 ve öncesinde aday gösterilen ve gösterenlerin isimlerini öğrenebiliriz.

Örneğin, 1953 yılında Nobel Tıp Ödülü Hans Krebs (ve Fritz Lipmann)’e verilmiştir. Hans Krebs’in adı gerçekten de bugün bütün ders kitaplarındadır ve “Krebs Döngüsü” dendiğinde, bunu bilmeyen veya en azından duymamış bir biyoloji, tıp, ziraat, vs. öğrencisine rastlayamazsınız. Şimdi (yani 2015 yılında) biliyoruz ki, 1953 yılında aday göstermeleri için kendilerine form gönderilen 166 kişiden 7’si, Hans Krebs’in, 4’ü  Fritz Lipmann’ın adını yazmıştır.

Ayrıca, Hans Krebs ve Fritz Lipmann’ın 1953 yılından önceki yıllarda sırası ile 16 ve 6 kişi tarafından aday gösterilmiş olduklarını görüyoruz.

Bu listelerden öğrendiğimiz diğer bir şey ise, aday gösterenlerin ise birçoğunun ya Nobel Ödülü sahibi olmaları, ya da daha sonra bu ödülü kazanmış olmaları. Örneğin, Hans Krebs’i aday gösterenler arsında Otto Meyerhof, Gerty Cori, Carl Cori gibi isimleri görürken Fritz Lipmann’ı Albert von Szent-Györgyi, ve yine Gerty Cori, Carl Cori’nin aday gösterdiklerini görüyoruz. Bu isimlerin hepsi Nobel ödülü almıştır.

Ancak, buradan çıkardığımız diğer bir şey ise, 1953 yılında Hans Krebs ve Fritz Lipmann’ın Nobel Ödülü kazanmalarında “Cori Döngüsü”ünü keşfeden karı koca Cori’lerin oylarının rolüdür.

Diğer ödüller için bu tür bir merakınız varsa, aşağıdaki linki tıklayın…


Şimdi eminim hepinizin merak ettiği, ülkemizin yegane Nobel Ödülü sahibi Orhan Pamuk’un kimler tarafından hangi yıllarda ve kaç kez Nobel’e aday gösterildiği… Üzgünüm, bunun için 2056’yı! beklemeniz gerekir.

4 Eylül 2015

Ülkemizde Yüksek Öğretim

Üniversitelerimiz kantite (nicelik) değil kalite (nitelik) ile övünmelidir. Üniversitelerdeki lisansüstü öğrenci sayısı en az 10 kat artmalıdır. Bir örnek: dünyanın en seçkin üniversitelerinden biri olan Harvard Üniversitesinde 15000 kadar lisansüstü (masterve doktora) öğrencisi varken, lisans öğrencisi sayısı sadece 6700'dür. MIT'de bu rakamlar lisans öğrencisi için 4528, lisansüstü öğrenci için 6773'tür. Ülkemizin de en seçkin üniversitelerinde durum buna benzerlik göstermektedir (ör. Boğaziçi Üniversitesinde lisanstaki öğrenci sayısı 10692, lisansüstü öğrenci sayısı 3526'dır).

Dolayısı ile üniversitelerimiz öğrenci sayısı ile değil, başarıları ile övünmelidir. Ancak ne yazık ki, özellikle taşra üniversiteleri başta olmak üzere çoğu üniversitemizin yöneticisi kendini ilin belediye başkanı ile yarışa girmişcesine sayılarla kafayı bozmuş durumdadır. Bu konuda başka çarpıcı bir örnek vereyim: 2014 yılında MIT'nin kayıt yaptığı lisans öğrenci sayısı 1043, Harvard Üniversitesi için ise bu sayı 1667. Bazı üniversitelerimizde bu sayıları bir tarafa bırakalım, her yıl verdiğimiz mezunlar bunların kat be katıdır. Herhalde sürü mantığı ile bir süre daha öğrenci yetiştirmeye devam edeceğiz...

24 Ağustos 2015

Kronobiyoloji: Karanlığın sağlıklı (ve uzun) bir yaşam için önemi!

Sadece bir gece için uykusuz kalmanız 700 adet geninizin davranışını etkiler. İnsanda yaklaşık 20 bin gen bulunduğu düşünülürse, bunun (yani uykunun ve karanlığın) önemi anlaşılmış olur.
Medeniyeti parlak lambalar sandığımız, geceyi gündüze çevirdiğimiz şehir, kampus ve evlerimizde yaşayan bireyler ve ne yazık ki entelektüel kesim bile sürekli ışığa maruz kalmanın tahrip edici etkisinin farkında değil.

Tüm canlılar gece ve gündüzü algılayan sistemlerle donatılmış durumda. Buna “kronobiyoloji” veya diğer adı ile “sirkadiyen ritim” deniyor. Gündüzün aşınma ve yıpranması, gece karanlıkta yapılan bileşikler sayesinde tamir ediliyor ve “biyolojik saat”imizin yeniden kurulması ve muntazam çalışması sağlanıyor.

Sürekli ışığa maruz bırakılan deney hayvanlarının, agresifleşip kendilerini kafeslerine öldüresiye çarptıklarını biliyor musunuz? Suçluların kafasına bir süreliğine bir ampul tutulması, onları çözmek için başvurula gelmiş bir sorgulama yöntemi olmuştur.
Ritmin bozulması obeziteden, şeker hastalığına, kansere, düşük sperm ve bozuk yumurta üretimine, erken yaşlanmaya kadar bir seri negatif etki ile kendini ortaya koymaktadır.

Tavsiye:
·         24 saatin en az 7 saatini “kaliteli uyku” oluşturmalıdır (kaliteli uyku: saat 22 ile sabah 5 arası uyku. Özellikle saat 23 ila sabah 3 arası, güzellik, yaşam ve onarıcı bileşiklerin en yüksek seviyede yapıldığı saatlerdir)

·         Evlerinize özellikle “mavi” lamba veya mavi gece lambasını yaklaştırmayınız. Aşırı beyaz (flöresan) lambalar da her rengi içerdiğinden tavsiye edilmez. Biyolojik saatimizin uyarılması en az “kırmızı ışık”ta oluyor. Dolayısı ile güneş batınca (ufukta kırmızılık) uykumuzun gelmesi, gökyüzünün maviye dönüştüğü gündoğumunda ise uyanmamız bundan dolayıdır.

·         Dolayısı ile evlerimizde kırmızı (normal ampuller) tavsiye edilir. Yatarken, ya kırmızı gece lambası veya en iyisi normal karanlık tercih edilmelidir.

Tüm hormonlarımız ve diğer kimyasallarımızın oranlarının allak-bullak olmadığı sağlıklı ve mutlu bir ışık ortamı!

23 Ağustos 2015

Böceklerin esas yemeğimiz olması uygun mu?

Nüfus arttıkça, alternatif besin ve beslenme kaynaklarının bulunması ve kullanılması için araştırmalar da artmaktadır.

FAO 2010 raporunda "böceklerin hem protein kaynağı ve hem de sağlık için olağanüstü besin" oldukları ve böceklerin zaten kuzey ve doğu Asya, Afrika, Güney ve Orta Amerika'da yaygın olarak tüketildikleri belirtilmiştir. Özellikle evlerimizde bizi rahatsız eden sineklerin (kara sinek) pupa ve larvalarının % 62 protein oldukları ve iyi birer kaynak olabilecekleri ileri sürülmüştür.

Böcek tüketiminin önümdeki en büyük engelin ise TİKSİNME ve bunu virüs ve diğer bulaşıcı hastalık kapma risklerinin oluşturduğu belirtilmiştir. Böcek yemeyen kültürlerdeki insanlar, böceklerin kendilerinin PİS şeylerle beslendikleri ve İĞRENÇ yaratıklar olduğunu düşündükleri belirtilmiştir.

Ancak Batıda ve birçok böcek karşıtı kültürde denizin dibindeki pislikten ve çöpten beslenen ıstakozun, balçık ve gübresini yiyen domuzun yenildiği bilinmektedir. 

Özellikle çekirge ve karıncaların koyun ve keçi gibi sadece otla beslendikleri düşünüldüğünde, böceklerin neden iyi bir ana menü yemek olamayacakları sorgulanmaktadır.

Görüşünüz!

31 Temmuz 2015

Cryonics'e inanıyor musunuz?

Cryonics, tıbben ve hukuken öldüğüne karar verilen bir insanın tüm vücudu veya kafasının ölümden çok kısa bir süre sonra (genellikle 8 dakika içinde) çok düşük ısılarda (yaklaşık ~ -200 oC) azot tanklarında dondurulmasıdır.

Teknoloji, günümüzde tedavisi olmayan hastalıkların ileride tedavisinin mümkün olacağı ve bu hastalıktan ölen ve vücudu veya kafası dondurulmuş kişinin donduruculardan çıkartılıp bu hastalıklarından sağaltılacakları ve tekrar sağlıklı bir vücutla yenidünyanın nerelere geldiğini göreceklerini vaat etmektedir.

Hali hazırda hepsi ABD’de olan ve kar amacı gütmeyen 3 adet ve kara amacı olan 10 kadar cryonics şirketi (veya kuruluşu) bulunmakta ve bu merkezlerde hâlihazırda 200’ün üzerinde insan veya insan kafası dondurulmuş, gelecekte buzlarının çözülüp hasatlıklarından arındırılmayı veya yeni bir vücutta yeni yaşam baharlarına kavuşmayı beklemektedir. Kuyrukta ise Türkiye’den de olmak üzere 1000’in üzerinde insan dondurulma için başvurmuş bulunmakta. Hastalara (esasen bize göre ölülere) bu işlemin maliyeti vücut için 200 bin, baş (kafa) için ise 100 bin doları buluyor.

Cryonics’in dayandığı bilim

Bildiğiniz gibi vücudumuzun yaş ağırlığının % 70’inden fazlasını su oluşturuyor ve “dondurarak koruma”nın yani cryonics’in önündeki en büyük engel de bu. Çünkü kullanılan hipotermi şartları (hatırlayınız ~ -200 oC), buz kristallerinin oluşmasına sebep olup doku ve hücreleri tahrip edebilmektedir. Bu nedenle ölüye (veya cryonics şirketlerinin tabiri ile hastaya) hemen bir müdahale yapılıyor ve tüm kanı damarlarından boşaltılıp, yerine bir antifreez gibi görev yapan gliserol (bir nevi şeker) dolduruluyor. Ancak, hücrelerin kendisine bir işlem yapılmıyor. Nedeni de, sitozol diğer bir adı ile hücre sıvısının yoğun olduğu ve bu şartlarda hücrelerin içinde sadece % 10 kadar buz kristalleri oluştuğu ve bunun da önemli bir problem yaratmadığı söylenmektedir. Vücut, baş veya bir organın bu şekilde buz kristalleri oluşturulmadan dondurulmasına vitrifikasyon deniyor.

İlgili şirketler Cryonics’in çalışacağına kanıt olarak, günümüzde zaten sperm, yumurta, embriyo ve hatta dokuların bile uygun ortamlarda uzun süre bozulmadan kaldıklarını göstermektedirler.

Not: Cryonics ile Cryogenics karıştırılmamalıdır. Cryogenics bir fizik alanı olup, madde ve materyallerin çok düşük ısılardaki durum ve oluşumunu konu edinir.


İlgili linkler

29 Temmuz 2015

Üç ebeveynli tüp bebekler!

Günümüzde tüp bebekler hala tartışılırken, şimdi de üç ebeveynli tüp bebekler için İngiltere Parlamentosundan izin çıktı  (tüp bebeklerin normal bebeklere göre tip 2 şeker hastalığına ve obeziteye 5 kat daha yatkın oldukları bilinmektedir).  

Mitokondri (hücrenin enerji santralleri) transferi denilen bu yöntemde, sperm ve yumurta bebeğin anne ve babasından gelirken, sağlıklı mitokondri başka (yabancı) bir bireyden gelmektedir. Sebebi ise, normal annenin yumurtasında bu enerji santrallerinin DNA’sında bozukluk bulunmasıdır. Bu bozukluk bebekte bir seri genetik hastalıkla kendini gösterebilmektedir. Mitokondriler babada da bulunmasına rağmen, bu tercih edilmemektedir. Çünkü erkeklerde yaşla birlikte mitokondrilerde bayanlara göre daha çok hasar oluşmaktadır ve bu santraller kriptik duruma geçmektedir.
Bu tür bebek sahibi olmak sizce etik mi?

Yayımlanmış ünlü kanser araştırma sonuçları TEKRARLANABİLİR mi?

Kanser tedavisi konusunda 2010-2012 yılları arasında yayımlanmış ve en çok atıf almış TOP 50 makaledeki sonuçlara ulaşılıp ulaşılamayacağı, kar gütmeyen bağımsız Reproducibility Project: Cancer Biology (Tekrarlanabilirlik Projesi: Kanser Biyolojisi) ile ortaya konacak.

Gördüğüm kadarı ile ilgili çalışmaların en azından bazılarının yazarlarını bir panik almış durumda. Sonuçları daha sonra göreceğiz. 

Yüksek kaliteli araştırma: küresel göstergeler

Nature Index yüksek kalite bilimsel makaleleri takip eder. Aylık güncellenen bu index kurum ve ülkelerin kaliteli yayın performanslarını gözler önüne seriyor. Ülkemiz üniversitelerinin veya merak ettiğiniz herhangi bir ülke veya üniversitenin bu performansı için kurum veya ülke “arama kutusu”na basitçe ilk heceleri (örn. Ino, METU, Koç, Tur) yazmaya başlayın.


Öğrenci sayısı ile kafayı bozmuş üniversite rektörlerine bu index umarım bir şeyler anlatıyordur (tabi haberleri varsa).
Bu yıl mezun olan öğrenci sayısı 7700!

İnönü Üniversitesi (kuruluş 1975)
Toplam öğrenci sayısı  >30,000


Boğaziçi Üniversitesi (kuruluş 1863)  
Bu yıl mezun olan öğrenci sayısı 1526
Toplam öğrenci sayısı  11,417

Harvard Üniversitesi (kuruluş 1636)
Bu yıl mezun olan öğrenci sayısı 832!
Toplam öğrenci sayısı  4543

Umarım kimseyi depresyona sokmamışımdır!
Hikmet Geçkil
İlgili link: Nature Index
Not: rakamlar 2014 için

Bir saniyenin önemi!

Yarın (1 Temmuz Perşembe 2015), bütün dünya fazladan bir saniye kazanıyor. Buna “saniye sekmesi” ya da “artık saniye” de deniyor (İng. leap second).

Peki, “saniye sekmesi” nedir?

Saatlerin tüm dünyada yarın 1 saniye geriye ayarlanmasına sebep olan durum, “zaman”ın birim tanımlanmasından kaynaklanmaktadır.  İnsanoğlu zamanı daima güneşe göre ölçe gelmiş ve modern insan (modern Homo sapiens) güneşin gökyüzünde aynı pozisyona yeniden gelmesini (genellikle öğlen vakti) “bir gün olarak” değerlendirmiştir. Çok daha sonraları (çünkü Homo sapiens ilk ortaya çıktığında zaman kaydedilmiyordu ve bugünkü manada değildi) 1 gün 24 saate, 1 saat 60 dakikaya ve 1 dakika 60 saniyeye bölünmüştür.

Ancak, dünyanın güneş etrafındaki dönme hızı hep aynı değildir. Çekme-itme (manyetizma) ve diğer nedenlerden dolayı (soğuma, ısınma, yer çekirdeğinde ve güneşte olağandışı hareketlenmeler, vs…) dünyanın güneş etrafındaki dönüme hızında çok küçük de olsa (yıllar içinde saniyelerle ölçülebilen) farklılıklara sebep olur.


Günümüzde, “atomik saatlerle” saniyeyi daha kusursuz ve küsursuz belirleyebiliyoruz. Dünyanın güneş etrafında dönmesinin referans alınması yerine, atomik saatlerin kullanılmasının iki nedeni var:

Birincisi, zaman ölçeği daha küçüktür (dünyamızın güneş etrafında tam bir dönüşünü ifade eden 1 yıl zaman birimi, atomik saatlerde “bir salınım” “bir saniye”den çok daha küçüktür). İkincisi, atomik saatteki salınım frekansı hep aynıdır ve değişmez. Benzer şartları kullandığınız sürece, dünyanın (veya herhangi bir gezegenin) neresinde olursanız aynı salınım frekansını elde edersiniz. Günümüzde, “saniye”nin tarifi, en düşük elektronegativiteye (elektonlara karşı ilgisi az) sahip olan Sezyum atomunun kararlı izotopu olan Sezyum 133 içinde elektron geçişine göre yapılmaktadır.

Atomik saatlerin kullanılmaya başlandığı 1972’den beri 26 adet “artık saniye” olmuş ve insanoğlu yaklaşık yarım dakika (30 saniye) zaman kazanmıştır. En son “artık saniye” ise bu gece “gece yarısında” olacak ve tüm dünyada saatler 1 saniye geriye ayarlanacaktır (tabi kol saatimizi ayarlamaya gerek yok!). Saniyede milyonlarca işlem yapan bilgisayarlar, hücrelerimiz, büyük şirketler için bu 1 saniyenin önemi açıksa da, insanlar bir saniyede aşık olabilir ve hayatın geri kalan kısmını ya mutlu ya da mutsuz geçirebilir, bir saniyede büyük bir ilham gelir ki, bu ilham büyük bir buluş veya eskimeyen bir besteye dönüşebilir, beyin bir saniyede cinnet pozisyonuna geçebilir ve bir katile bir seri cinayet işletebilir.

Hikmet Geçkil

Eğer hala, “1 saniyenin önemi nedir ki?” diyorsanız. Aşağıdaki linki tıklayın:

Dünyanın En Zeki Çocukları- Bilginin kölesi mi, yoksa sahibi mi olmak!

Kısaca PISA Testi olarak bilinen ve 3 yılda bir tekrarlanan OECD'nin Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı, 15 yaşındaki öğrencilerin Matematik, Fen ve Dil Bilgisindeki skolastik performansını ölçmektedir. Bu konuyu ele alan yeni ve ilginç bir kitapta “The Smartest Kids in the World: And How They Got That Way (Dünyanın En Zeki Çocukları: Nasıl Öyle Oldular?)” Amanda Ripley ilgili ülkelere gidip onların eğitim sistemini detayları ile incelemiş ve öğrencilerin neden başarılı veya başarısız olduklarını anlamaya çalışmıştır.

Bunun için Matematik, Fen ve Dil Bilgisi testlerinde dünyada en yüksek skorları alan iki ülkeyi özellikle karşılaştırmıştır: Finlandiya ve Güney Kore.


ABD öğrencilerinin matematikteki dünya sıralamasının 26, fen sıralamasının 17, dil eğitimi, okuma ve anlamada 12. sırada olduğu bu listeye göre, Finlandiya ve Güney Kore öğrencileri nasıl oluyor da birinci ve ikinci sırada bulunmaktadırlar?


Aslında her iki ülkenin eğitim sistemi neredeyse birbirinin zıttı: Güney Kore’de “düdüklü tencere” modeli, Finlandiya’da ise “muhakeme etme” modeli uygulanmakta.


Yani, Güney Kore’de öğrenciler günün hepsini çalışmakla geçirmekte, anne-babaları, öğretmenler, özel eğiticiler tarafından her konuda sürekli ve hummalı bir çalışma içine sokulmaktadırlar. Diğer bir deyimle, tencereye her türlü şey atılmakta (buna bilgi denirse!) ve basınç altında kaynatılmaktadır. Bu, bazı yönleri ile ülkemizdeki eğitim modeline benzemektedir.


Finlandiya’da ise “ne kadar öğrendin?” değil hayal etmeye dayalı “neyi, niçin öğrendin?” önemli olmaktadır. Finlandiya için diğer önemli bir tespit ise, üniversite sınavlarında öğretmenlik bölümlerine girmenin tıp fakültesine girmekten daha yüksek bir puan gerektirdiği ve öğretmenlerin toplumun en yüksek gelirli çalışanları arasında olmasıdır.

Taklitlerinin orijinallerinden daha iyi yapıldığı bu uzak Asya ülkelerindeki yüksek ekonomik performansa rağmen, neden Nobel Ödülü alacak derecede orijinal keşifler yapılmadığını (yapılamadığını) ve bu ödülleri PISA testinde oldukça alt sıralarda olan ülkelerin (ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, hatta İsrail) her yıl süpürüp götürdüğünü merak ettiniz mi?

Pluto!

Yaklaşık 10 yıl önce (2006 yılnda) NASA dört tekerli bir bebek arabası büyüklüğündeki uzay araştırmaları aracı New Horizons’ı (Yeni Ufuklar) gezegen sisteminin dışında bulunan soğuk donmuş bölgeyi keşfe gönderdi.
 
New Horizons, 2007 yılında Jüpiter’in atmosferine yakın geçerken, bu gezegenin yüksek çekim kuvvetinin etkisi ile savrularak Pluto’ya doğru yol almaya başladı.
 
14 Temmuz 2015 (dün) itibarı ile bu araç bu karanlık bölgenin en büyüğü olan Pluto’ya en yakın mesafeden geçti (yaklaşık 10,000 km) ve hala gezegen olup olmadığı tartışılan Pluto’nun en berrak fotoğraflarını gönderdi…(Foto!)

 
Dünyamıza yaklaşık 5 milyar km uzakta olan Pluto’nun yüzeyi tamamen donmuş azot ve metan kaplı ve yüzey ısısı yaklaşık -130 oC olarak kaydedildi. Araştırmanın “gezegenlerin oluşumu” konusuna büyük katkı sağlayacağı beklenmektedir.
 
1800’ün başında Amerika kıtasının ayrıntılı coğrafik yapısını keşfetmeye çıkan Amerikan bilim insanı, bugün dünyamıza 5 milyar km uzaktaki Puto’nun nasıl bir gezegen (veya gerçekten gezegen mi) olduğunu araştırır hale gelmiştir.  Ne diyeyim.. Darısı kısır döngü içinde boğulmuş ülkemin bilim insanlarının başına…

Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi 2015

Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından 2012 yılından beri uygulanan Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi 5 boyuttan ve bu 5 boyut altında 23 göstergeden oluşmaktadır.
Ana göstergeler:
• Öğretim elemanı bazında: yayın sayısı, atıf, proje, ödül, lisansüstü mezun sayısı
• Fikri mülkiyet: patent, tasarım
• İşbirliği: üniversite-sanayi proje sayısı, dolaşımdaki öğretim elemanı/öğrenci sayısı, uluslararası işbirliği
• Girişimcilik: inovasyon ve girişimcilik konularındaki ders sayısı, teknoloji transfer ofisi, teknopark
• Ekonomik katkı: ürünün ticarileşmesi, kurulan firma sayısı
Bu ana göstergeler ve diğer yan göstergeler göz önüne alınarak her yıl Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından ilk 50’ye giren üniversite ve teknoloji enstitüsü açıklanmaktadır.
Her şeyi göstermese de, bu tür derecelendirmeler kurumların tanınırlığından, büyük projeler almalarına ve başarılı öğrenciler tarafından tercih edilmelerine kadar bir seri etkide bulunurlar. Diğer bir deyimle, “kötü bir standart, standartsızlıktan iyidir”.
Son söz: İlk 50’ye ucundan (sondan) giren üniversitelerin bile bunu övünç kaynağı yapıp web sayfalarında vermelerinin absürtlüğünü kabul edersiniz.
Takıma sormuşlar:
– Turnuvada kaçıncı oldunuz?
– Üçüncü.
-Peki kaç takım turnuvaya katıldı?
-Üç.
Link: Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi 2015 (ÖSYM sınav sayfasında verilmiştir! Dolayısı ile öğrenciler üzerindeki etkisini düşününüz…)
Bu arada, ülkemizin AR-GE potansiyeli ve araştırmacı sayısı konusunda da ilk ağızdan (Sanayi Bakanı) bilgilendirilmiş bulunuyoruz.
        2002                 2013
Akademisyen     74000              142000*
Bilimsel yayın     8995               26259
Patent başvuru      414                4869*
Ar-Ge personeli 28964             112969
Üniversite sayısı     76                  193**
Teknopark sayısı      2                   61**
Ar-Ge merkezi sayısı –              192**
Teknoloji transfer ofisi –           34**
* 2014 verisi, ** 2015 verisi.